NELER İZLEDİM #13

10:00 merababenseda 6 Comments

     Merhaba sevgili okuyucu. Aşırı yoğun, duygusal yönden bol dalgalanmalı bir haftanın ardından karşınızdayım. Her hafta yazdığım beşlik yazısını bir gün gecikmeli de olsa sizlerle paylaşacak olmak inanın harika. Buyrun başlayalım.

yatağımdaki düşman
     1991 yapımı Sleeping with the Enemy (Yatağımdaki Düşman), dram-gerilim türünde bir film. Başrollerinde güzeller güzeli Julia Roberts, şerefsiz,asabi,obsesif koca rolünde Patrick Bergin ve Kevin Anderson var. Konusu şöyle: Laura genç ve güzel bir kadındır. Kocasıyla dışarıdan kusursuz görünen ancak içinde şiddet de içeren kıskançlıkla örülü tehlikeli bir evlilikleri vardır. Öyle ki kocası, Laura'yı annesinin cenazesine bile yollamaz. Bütün bunlardan yorulan Laura, bir gün bir plan yapar ve evden kaçmanın zekice bir yolunu bulur. Kendisine uzaklarda yeni bir hayat kuran Laura kocasından tamamen kurtulabilecek mi bakalım. Gerilim türünü tamamen karşılıyor. Başarılı bir film. Özellikle Laura'nın akşam elma toplaması, sonra bahçede salıncağında oturması, ne biliyim içimi huzurla doldurda. Acıdım kadına heralde. Zamanında da büyük ilgi görmüş film. Mutlaka izleyin.

sıkışık
     Benim çok keyif aldığım, değişik bir filmdi #Stuck. Avukat kızımız Holly ve muhasebeci Guy, oldukça değişik bir şekilde bir akşam barda tanışırlar. Sonra gece onları alır götürür tabi, Guy'ın evinde sabahlarlar. İşe geç kalan Holly'yi arabasıyla bırakmayı teklif eden Guy, çok pişman olacaktır. Çünkü saatlerce sürecek bir trafiğe yakalanırlar. İşte film ikisinin arabada saatler geçirerek istemeden de olsa birbirlerini tanımaları üzerine gelişiyor. Belirli aralıklara bir gece öncesine gidiyoruz ve sondan başa doğru tanıştıkları geceyi izliyoruz. Aynı zamanda trafikte kalan diğer arabalara da şöyle bir göz atıyoruz. İkisi de aşk hayatında istediklerini bulamamışken trafikte saatlerce baş başa kalıp, birbirlerini gerçekten tanıyıp şans vericekler mi bakalım? Bence pizza eşliğinde izlemelik tatlı bir cumartesi akşamı filmi. Öneriyorum.

çıplak ayaklar
     1967 yapımı mükemmel bir filmde sıra. Barefoot in the Park. Başrollerde Robert Redford ve güzeller güzeli Jane Fonda var. Güzeller güzeli diyorum çünkü gerçekten harika bir kadınmış gençken. Şimdiki hallerine bakıyorum da inanamadım! Hayat çok acımacız bazen. Neyse efendim, filmimiz yeni evli çiftimiz Paul ve Corie'nin balayından başlıyor. Corie, kocasına aşırı düşkün. Öyle ki 5 gün boyunca balayı odalarından çıkmıyolar :D Paul daha sakin bir tip. Balayından sonra küçük ama sevimli evlerine taşınmaları ile evlilik gerçek yüzünü gösterir. Corie'nin annesi ve üst kattaki komşuları da işin içine girince neler neler olur. Ben eski filmleri çok seviyorum. Özellikle tek planda neredeyse 10-15 dakika geçen sahneler çok hoşuma gidiyor. Bu filmde de o şekildeydi. Aşırı keyifli, sevgiliniz/kocanızla izlemelik bir pazar sabahı filmi. Mutlaka not edin.

hard eight
     1996 yapımı Sydney, bir diğer adıyla Hard Eight şimdiki filmimiz. Başrollerde Philip Baker Hall, John C. Reilly, Gwyneth Paltrow var. Yönetmen ise Paul Thomas Anderson. John, hayattan umudunu kestiği bir anda Sydney ile tanışır ve hayatı bir gecede değişir. Kumar oynamanın inceliklerini öğrenerek yıllar içinde kendini toparlar. Kumarhanede çalışan Clementine'den hoşlanan John, Sydney'in de yardımıyla kadınla tanışır. Ne olduysa o zamandan sonra olur zaten, işler karışır. Konu oldukça basit ancak orta kararda başarılı işlenmiş diyebiliriz. Beğenmeyenleri de oldukça çok belirtmek gerekir. Yan karakterlere çok da bulaşmayan film 4 kişi etrafında dönüyor diyebiliriz. Ama filmin benim için en güzel bonusu rahmetli Philip Seymour Hoffman'dı. Küçücük rolünü nasıl devleştirdiğini görmek için bile izlenesi. Bir de tabi Samuel L. Jackson abimizi de unutmamak lazım.

iyi günde kötü günde
    Her zaman olduğu gibi yazımızı lanet bir filmle noktalıyoruz. O da For better or worse oluyor. Böylesine bomboş! bir film olmayı nasıl başarmış çok merak ediyorum. Yine de kayıtlara geçsin, konusunu yaziyim. Kocasını kaybetmiş, bir oğlu ve yaşlı babasıyla yaşayan bir kadın. Düğün organizasyon işiyle ilgilenmekte. Dükkanının hemen yanına boşanma avukatı olan bir adam ofis açar. Oldukça zıt bir durumla karşı karşıya kalan kadın ve adamı daha fena bi şey beklemekte. Kadının oğluyla adamın kızı sevgili çıkarlar. Ayy klişelikten öldüm yemin ediyorum. Bi kere kadın çok yaşlıydı. Adam da aşırı gençti. Bi de göz kenarlarına yalandan kırışıklık yapmışlar ki tam bir plastik makyaj faciası. Kadının babası zaten kocası gibi duruyordu ben anlamadım nasıl bir cast yapmışlar. İzlemeyin valla sinirlerim zıpladı.

     Umarım keyifle okumuşsunuzdur, bu haftasonunuza yetişemedim ama hafta içi yapacağınız film kaçamaklarına belki bir faydam dokunur. Siz neler izlediniz, çok keyifli dediğiniz ya da aman uzak dur dediğiniz filmler oldu mu, yorum bırakırsanız çok sevinirim. Sağlıklı bir hafta diliyorum.

6 yorum:

Takip Ettiğim Diziler - 2

10:00 merababenseda 11 Comments

     Herkese merhaba okuyucu. Nasılsınız, her şey yolunda mı, azcık konuşun ya. Hep ben hep ben. Mesela en son hangi filmi izlediniz ya daaa benim tavsiye ettiklerimden izlediniz mi? Ben çok merak ediyorum. Yorumlarınızı bekliyorum.

     Takip ettiğim diziler serimize bugün devam ediyoruz. Once Upon a Time ve yayından kalkan The Carrie Diaries i anlatıcam bugün.

once upon a time

     Alın size mis gibi bir dizi, Once Upon a Time. Lost'un yaratıcılarından yine bir şahane. Dizi ilk başladığı andan beri izliyorum. Diziyle büyüdüm resmen :D En sevdiğim dizi sıralamasında ilk sırayı kaptı. Ee neymiş bunun numarası Seda derseniz, başlayalım hemen anlatmaya.

     Dizi, Storybrooke adlı kasabada geçiyor. Küçük bir oğlan çocuğumuz var Henry. Bir gün öğretmeni, Henry'e Once Upon a Time adlı, kapkalın bir kabı olan, kalınca bir kitap verir. İçinde hepimizin küçüklükten beri dinlediği hikayeler vardır. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Uyuyan Güzel, Robin Hood, Kırmızı Başlıklı Kız, Pinokyo, Peter Pan... ohooo aklınıza ne gelirse. Ancak bir fark var, hikayelerin hepsi bir şekilde birbirine bağlı. Henry bu kitabı okudukça kasabalarının lanetli olduğunu, Kurtarıcı dedikleri birinin olduğunu ve kasabaya gelirse bu laneti kıracağını düşünür. Lanet de şey zaten, o kitaptaki her karakter o kasabada bir şekilde yaşar ancak kim olduklarını bilmeden. Modern zamanda yani. Mesela Henry'nin öğretmeni aslında pamuk prenses gibi. Ya enfes bir dizi, anlatırken heyecanlandım. Dizi şuan 4. sezonunda. izlemediyseniz çok şanslısınız. Harika bir hikaye sizi bekliyor.

Rumplestilskin
     Bu kadar yüzeysel anlattığıma bakmayın, öyle güzel hikayeler çıkarmışlar ki ortaya, ağzınız açık kalır. Nası bağlamışlar onca şeyi, her izlediğimde hayret ediyorum. Her bölüm ve her sezon yepyeni karakterler ekleniyor. Mesela bir süredir Frozen filminden Elsa ve Anna kardeşleri izliyoruz. Şimdi Maleficient filan gelmiş. Ben biriktirdim biraz, izlemedim o bölümleri :) Favori karakterim ise Rumplestilskin. Hastayım o adama. Hele bir Deary diyişi var ki! İzlerseniz mutlaka seviceksiniz bu adamı. Diziyi de muhakkak izlemenizi tavsiye ediyorum. Çok keyif alıcaksınız.

Sırada, büyük bir hevesle beklediğim ama keşke beklemeseydim dedirten The Carrie Diaries.

the carrie diaries

     Sex and the City seven her kadının mutlaka ilgisini çekmiştir. Carrie Bradshaw'ın gençlik hallerini, lise yıllarını anlatıyor dizi. Ailesiyle ilgili pek bilgimiz olmayan Carrie'nin ölen annesi, babası, asi kız kardeşi, ilk aşkı Sebastian (sibesçın diye diye öldü kız), liseden kankaları ile oldukça sıradan bir hayat. Bir gün Interview dergisinde işe alınır ve renkli hayatı başlar. Satc deki kankaları ile de ayrı ayrı tanışmalarına tanık olucaktık sanırım ama sadece Samantha'yı görebildik. Biraz genç kız dizisi olmuş. Satc severlerin pek beğendiğini düşünmüyorum -ki zaten yayından kalktı dizi. Ben de bayılarak izlemedim. Vasat bir diziydi. Geldi geçti. İzlemeyin. Bu kadar netim :D

     Sizlerden de yavaş yavaş dizi önerileri geliyor. Zaten benim liste kabarık, ölmeden izleyebilsem bari. Ama siz yine de önerilerde bulunabilir ya da bu iki diziyle ilgili görüşlerinizi paylaşabilirsiniz. Çok sevinirim. Görüşmek dileğiyle.



11 yorum:

Kafamda Bir Tuhaflık - Orhan Pamuk

10:00 merababenseda 6 Comments

orhan pamuk kafamda bir tuhaflık
ellerim dondu şunu çekicem diye

     Son birkaç aydır tüm sosyal medyada, kitapçılarda; en çok gördüğümüz, en çok konuştuğumuz kitap sanırım Kafamda Bir Tuhaflık. O yüzden sizi çok sıkmadan, kısa bir yorum yapmak istiyorum.

     Benim Pamuk'tan ilk kitabım. Kitap Ağacı yılbaşı hediyeleşme etkinliği sırasında gelmişti. Hediye gelmeden önce de kitapçılarda bol bol içini açıp karıştırmıştım. O yüzden pek güzel bir hediye oldu benim için.

     Kitap, İstanbul'da çocukluğundan beri dikiş tutturmaya çalışan bozacı Mevlut'un (Mevlüt değil, Mevlut) hayatını merkez alarak şekilleniyor. Yan karakerler bolca mevcut. Mevlut'un babası, amcaoğulları, karısı, baldızları, arkadaşları hatta müşterileri. Zaman zaman onların dilinden de dinliyoruz hikayeyi.

     Mevlut'le akşamları boza satmaya çıkmayı çok sevdim. Karısı Rayiha'yla sessiz ama doyumsuz aşklarına imrendim. Amcaoğullarına yeteri derece gıcık oldum. Beni en en en çok hüzünlendiren, babasıyla İstanbul'a ilk geldiklerinde yıllarca yaşadıkları eve, 30 sene sonra geri dönmesiydi. O anı yaşadım, içim acıdı. Ben anılarından çok aşırı etkilenen bir insanım. O yüzden oldu sanırım ağlamam. Pamuk'un, kitabın sonlarında Mevlut'u orada yaşatması bana iyi geldi.

    Kitap yakın tarihe güzel bir ışık, o zamanların göçebe insanlarının İstanbul'daki hayatlarına başarılı bir tanıklık. Hiç sıkılmadım. Kitabı elime her aldığımda su gibi aktı. Bence eğer bu ara her şeyden sıyrılıp, keyifli bir yolculuğa çıkmak isterseniz kesinlikle önerim bu kitabı okumanız yönünde. Kitabı beğenmeyenler de mevcut ancak bu, kitaptan ne beklediğinize bağlı. Ben kafamı çok yormayan, kaliteli bir roman okumak istedim. İstediğimi de aldım. Okuyorsanız, okuduysanız yorum bırakmayı unutmayın. Keyifli ve bol okumalı bir gün dilerim.

Not: Boza yapmayı üniversitede öğrenmiştik. İsterseniz bi ara yazısını yazarım. Yapar içeriz :)
    

6 yorum:

NELER İZLEDİM #12

15:56 merababenseda 4 Comments

    

 Baharın başlangıcı kabul ettğimiz, bu gri günden herkese merhaba. Baharı sevmem, gri güne aşığım şuan. Ama bugünün en güzel yanı 21 Mart Dünya Down Sendromu Farkındalık Günü olması. Google baharı kutlayacağına bunu kutlasaydı daha mutlu olurdum. Sosyal medya hesapları down sendromlu kardeşlerimizle ilgili çok güzel paylaşımlarla doldu taştı. Çok seviniyorum. Onların çok zeki ve özel olduğunu biliyorum. Çocuklarımızı, onların da bizden hiçbir farkı olmadığını öğreterek büyütmeliyiz. Farkındalık, küçük yaşlardan başlar. Acımasız acımasız çocuklar büyütmeyin kurban olayım.

     Sosyal mesajımı da verdiğime göre haftanın beşliğine geçebiliriz. Yine birbirinden farklı alanlarda izlediğim filmlerle karşınızdayım.

hitchcock filmi
     2012 yılında 36 günde çekilmiş filmimiz Hitchcock, ünlü yönetmen Alfred Hitchcock'un meşhur filmi Psycho'yu çekerken yaşadıklarını anlatıyor. Film için mali kaynak bulma zorluğu, başrol oyuncularının seçimi, yönetmen Hitchcock'un karısı Alma ile yaşadıkları, oyuncuların kendi aralarında gerilimleri gibi noktaları işleyen film, biyografi-drama türünde. Ancak bence işin içine hafif de bir gerilim katmışlar, tadından yenmez olmuş. Filmde başarılı çıkarımlar (kişiye göre değişir), tatlı göndermeler mevcut. Mesela filmin sonunda Hitchcock'un omzuna, bir karga konar. Sonraki filmi the birds'e güzel bir gönderme :) Başrolde Antony Hopkins'i, Süleyman Demirel kıvamında izliyoruz. Çok başarılı bir oyunculuktu ya. Helal olsun. Kendisine yapılan makyajla Ocsar'a aday olmuşlar ayrıca. İzlenesi.

my cousin vinny filmi
     Ayy çok keyif aldığım bir film şimdi anlatacağım My Cousin Vinny. İki kafadar, yol üstünde bir markete uğrarlar. Tamamen tesadüfi, market sahibi onlar çıktıktan hemen sonra öldürülür. Tabi şüpheli olarak ikisi yakalanır ve hapse gönderilir. Avukat olarak çocuklardan biri, kuzeni Vinny'i çağırmayı teklif eder. Kız arkadaşı ile birlikte şehire gelen Vinny evet avukattır, ancak bir sorun var. Hiç mahkemeye çıkmamıştır. Eğlenceye bakın şimdi. Bir yandan oranın mahkeme kurallarını, bir yandan gerçek avukatlığı öğrenmeye çalışır. Karşısında da azılı bir avukat vardır. Başrollerde ses tonuyla beni öldüren Joe Pesci, filmdeki rolüyle Oscar kazanan Marisa Tomei, Karate Kid'den tanıdığımız Ralp Macchio var. 1992 yapımı bu filmi sakın kaçırmayın. Beğeneceğinize eminim.

world war z filmi
     Çok uzun zamandır listemde olan Worl War Z'ye sıra geldi. Başrolde Brad Pitt'in olması, izlememle kesinlikle alakalı değildir. Artık ordudan, savaştan elini eteğini sıyıran Gerry (Brad Pitt); iki kızı ve eşiyle gayet tatlış bir hayat sürmektedir. Bir gün arabada giderken zombiler arasında kalınca, heyecan başlar. Ordan oraya koşarak ailesini güvenli bir yere taşıyan Gerry, kaçınılmaz olarak eski işinden çok önemli bir görev için çağırılır. Ailesi için mecbur kabul eder. Dünya'yı zombilerden kurtarma vakti gelmiştir. Ben filmi çok beğendim. Zombilerin sürü halinde koşuşturduğu sahneler ve uçak sahneleri favorim. Brad Pitt'in yapımcılığını da üstlendiği filmin, kariyerindeki en yüksek gişe yapan filmiymiş. IMDb puanı 7 olan film, 2013 yapımı. Mutlaka izleyin.

anna and the king filmi
     1999 yapımı Anna and the King, listemde sürünüyordu yıllardır. Evde tek olduğum bir gün demledim çayımı, geçtim filmin karşısına. Aman Allahım, film bi bitmedi. İki buçuk saat geçmedi bana. Çay bitti. Neyse efendim, konumuz şöyle. 1860larda bir İngiliz öğretmen olan Anna, kocasının ölümünden sonra oğlu ve iki yardımcısıyla yaşamaktadır. Siyam kralı Monhkut'un çağrısıyla saraya gider ve kralın 58 çocuğu ile eşlerini eğitmeye başlar. Oldukça idealist bir öğretmen olan Anna, kralı bile dize getirerek, yanlış bir çok düzeni düzeltir. Bu arada krallığa yaklaşan tehlikeler, kralla Anna arasında filizlenen aşk, çocukların dertleri de vardır. Bakalım kralımız ne yapacak? Bu arada Jodie Foster'ın oğlunu tüm şapşikliğiyle Draco Molfoy oynuyor. Tipini görmeniz lazım :D Tarihe ilginiz varsa izlenebilir bir film.

gentlemen broncos filmi
     En negatif filmi, en sonda yazıyorum. Karşınızda hiçbir şey anlamadığım Gentlemen Broncos. Sakin bir hayatı olan Benjamin roman yazmaktadır. Kendi gibi genç yazar adaylarının katıldığı bir kampa katılır. Aralarında hayran olduğu Chevalier'in de bulunduğu bir jüri, roman denemelerini kendilerine bırakmalarını ister. Kariyeri sıkıntıda olan Chevalier, Benjamin'in romanını çok beğenir. Biraz üzerinde oynadıktan sonra, kitap kendininmiş gibi yayımlatır. Tabi kitap büyük de beğeni toplar. Filmde bi de film çekimi sahneleri, gerçeküstü yaratıklar vardı. Ben valla ne anlatmak istiyor anlamadım. Acayip absürd bir film olmuş. Hiç keyif almadım. Absürd komedi severim aslında ama bu hiç olmamış bence. Yine de seçimi size bırakıyorum.


     Bloguma uğrayıp, yazılarımı okuduğunuz için çok teşekkürler. Umarım güzel öneriler sunabilmişimdir. Keyifli cumartesiler.


4 yorum:

Stoker (Lanetli Kan) (2013)

13:00 merababenseda 4 Comments

stoker afiş

     Türkçe'ye Lanetli Kan olarak oldukça saçma ve filmden illa bir bilgi içerecek şekilde çevrilmiş olan Stoker ile herkese merhaba. 2013 yapımı, psikolojik gerilim türündeki filmin başrollerinde yeni gözdem Mia Wasikowska, Matthew Goode ve tüm botoksluğuyla Nicole Kidman var. Yönetmen ise, Güney Kore sinemasını yakından takip edenlerin çok sevdiği Chan-wook Park.

     Konumuza şöyle bir bakalım. India, annesi Evelyn ve amcası Charles arasında geçen oldukça düz bir senaryo. Düz diyorum, çünkü olay senaryoda değil bence, çekimlerde. India'nın babası öldükten sonra, hiç görmediği amcası cenaze günü çıkagelir. Zaten yeteri kadar asasyol olan India, bu ziyaretle iyice gerilir.Kızıyla arasındaki gerilim hiç bitmeyen anne Evelyn için ise, amca gelmekle çok iyi yapmıştır. Çok da iyi güzel yapmıştır.

stoker filmi

     Düğüm kızımız India ve amcası arasında aslında. Anne tamamen yan rolde diyebiliriz. Kız, uzaktaki sesleri duymak konusunda adeta bir uzman. Aynı zamanda kendisine dokunulmasından hiç hoşlanmıyor. Ahh seni deli kız. Evde anne ve kızla beraber yaşamaya başlayan amca, oldukça gizemli biri. Benim tek odaklandığım nokta, amcanın arkasından neler çıkacağıydı.

stoker piyano

lanetli kan filmi


     Filmde, şimdiden oldukça meşhur hale gelmiş iki sahne var. Biri, India'nın amcasıyla piyano çaldığı sahne, bir diğeri annesinin saçlarını taradığı sahne. İzlerseniz, ne dediğimi anlayacaksınız. Aslında bir nevi ensest ilişkiyle karşı karşıyayız. Ama gözümüze sokulmaya çalışılmamış. Her şey çok normal seyirde devam ediyor. Söylenmek istenen şey, diyalogla değil, vurucu sahnelerle anlatılıyor. Bunu filmlerde seviyorum.

     Anne-kız arasındaki gerilim, India'nın artık kendini keşfetmeye başlaması, bir yandan amcasının kendisine ilgisi, annesinin amcasıyla vakit geçirmesi, her doğumgününde hediye gelen ayakkabıların mesajı... Bunlardan neler çıkacağı merak konusu.

matthew goode
helal sana amca
     Mia Wasikowska, bence bu rol için başarılı bir seçim. Nicole Kidman'ı beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Sadece artık yaş alıp, histerik anne rollerini de oynadığını görmek iyi oldu. Amca rolündeki Goode, kimi eleştirilere göre oldukça kasıntı oynamış. Benim gözüme çok batmadı. Özellikle savunmasız, çocuksu halinden; gizemli, amca karakterine geçiş, o masum tipine yakışmış.

     Filmle ilgili eleştiriler kurgunun zayıf olması ve filmin yavaş ilerlemesi yönünde. Kurguya bir lafım yok. Çekim açıları, geçiş sahneleri çok çok başarılıydı. IMDb puanı 6.9, Rotten Tomatoes puanı ise 69 olan film, yönetmeniyle kıyaslanınca, başarısız bulunmuş. Anneme açtığımda da, yarısında kapatmış. Yorum yok. Ben beğendim efendim. Öneriyorum, pek de bir şey beklemeden izlenebilir.

     

4 yorum:

Takip Ettiğim Diziler - 1

10:00 merababenseda 4 Comments

     Merhaba herkese. Hep film mi konuşacağız dedim, araya sevdiğim dizileri de eklemek istedim. Hem belki fikir alışverişinde bulunur, yeni diziler keşfederiz dedim. İyi yapmış mıyım?

     İlk yazımda, izlediğim ama artık yayınlanmayan dizilerden bahsedeceğim. Kimisi reyting kurbanı, kimi onlarca sezon sonrası nihayete ermiş diziler.

     İlki, pek tabi hemen herkesin izlediği ya da en azından duyduğu How i met your mother, nam-ı diğer Himym. Diziye hayatımın önemli boşluklarından birinde, üniversite sonuçlarını beklerken başlamıştım :D Yeri ayrıdır bende. Gece başlayıp, sabahlara kadar izlerdim. Öyle çok hoşuma giderdi ki. Dizide mimar Ted Mosby, 2047 yılında sanırım yanlış olmasın, karşısına çocuklarını alıp, anneleriyle nasıl tanıştığını anlatıyor. Her bölüm Ted'in "Kids" diyişle başlayıp 20 dakikalık komediyle devam ediyor. Benim tabi ağladığım bölümler de çok oldu. Ben bu dizideki sürekliliği çok sevmiştim. Mesela, bir şemsiyeden bahsediliyorsa, bir kaç sezon sonra o güne dönüp, hikayeye devam ediliyor. O meşhur Kate Moss'lu cadılar bayramı, dönüp dönüp ipuçları yakaladığımız en sevdiğim kısımlardandı. Favori karakterim çok sıkıcı olmamla birlikte Ted sanırım. Sakinliğini kendine benzetiyorum. Her birini aslında çok seviyorum, Barney Stinson'ı sevmeyen yoktur zaten. Ya da Lily ile Marshall'ın o aşklarını... Robin'in de Kanadalı triplerini :D Ay güzel diziydi ya. Anneye de baya laf atan oldu. 10 senedir bu kadını mı bekledik diye ama, bence cuk olmuş. Şimdi de babanızla nasıl tanııştım versiyonu çekilicekmiş diyolla. Bekliyoruz bakalım. 
Meşhur anne

     Şimdi de sırada benim çok sevdiğim ama ilk sezonundan sonra yayından kaldırılan Ringer var.


     Ringer'a da üniversitede yurttaki odamda, sıkıntıdan başlamıştım. Pek öyle perili, savaşlı, aksiyonlu, zombili şeyleri dzilerde sevmediğim için, o ara baktım en mantıklısı buydu. Zaten çok fazla izlenecek şey de yoktu. Şimdi şimdi aldı başını yürüdü. Neyse.

     Başrollerde Sarah Michelle Gellar ve Ion Gruffudd var. Özellikle Ion'u bu diziden sonra çok sevdim. Şimdi efendim, hikayeye göre, Bridget (S. M. Gellar), alkol bağımlısı, düzenli bir hayatı olmayan, orda burda dolanan bir kadın. Kendisine tıpa tıp benzeyen bir de ikizi var, Siobhan. Ama yıllardır görüşmüyorlar. Siobhan ise Bridget'ın aksine zengin bir adamla evlenerek, mükemmel bir hayat sürmektedir. Bir gün Siobhan, kardeşini arar ve buluşmak ister. Ama ilginçtir ki, denizin ortasında bir sandalda buluşurlar. Derken, Bridget kendisini salda baygın halde bulur, veee kardeşi yoktur. Denizin ortasında, kardeşinin çantası haricinde hiçbir şey yoktur. Napsam napsam derken, kardeşinin yerine geçmeye karar verir. Dıdıdıdımm. Güzel değil mi? Klişe olmasının yanında, kurgu inanılmaz başarılıydı. Gerçekten bu diziyi niye kaldırdılar hiç anlamadım. 

     Evde artık kendisini 16 yaşında bir üvey kız, yakışıklı ve zengin bir koca, bir de aşığı beklemektedir! Gördüğünüz gibi Siobhan hiç boş durmamış :D Dizi 2011-2012 yıllarında tek sezon yayında kalabildi. 22 bölümden oluşan Ringer'ın tadı damağımda yemin ediyorum. Önermem çok saçma olucak tabii ki, 1 sezon ama bence o da keyifli bir serüven. Çok şaşırtmalı şeyler oluyor, benden demesi.

     Her yazı dizimde 2 adet diziden konuşalım istedim, hem sıkılmayalım, hem sakin sakin ilerleyelim. Daha yazacak çok dizim var, ona göre. Siz neler önerirsiniz, Seda mutlaka başla dediğiniz neler var, ya da Himym ya da Ringer'a ucundan kıyısından bulaşanınız varsa, aşağıya yorum olarak bırakırsanız çok sevinirim.

görseller: pinterest, tumblr

4 yorum:

NELER İZLEDİM #11

10:00 merababenseda 7 Comments

     

Merhaba okuyucu. Bu ara hastalıklarımdan dolayı çok film izleyemesem de, yine de sizlerle paylaşmak için dersimi çalıştım. Bilmiyorum, yazdıklarımı okuyup önerdiğim filmleri izleyen var mı ama, anahtar kelime aramalarına bakarsam geçenlerde The Departed'ı izleyen çok oldu sanırım :D Ay blog yazmak çok eğlenceli. Hadi filmlere geçelim biz.

     İlk filmimiz 1986 yılına ait Pretty in Pink. Başrol oyuncularından Molly Ringwald gençliğinde ne kadar güzel bir kızmış. Bence role cuk oturmuş. Tanıdık pek insan yok ama Jon Cryer'i gençlik haliyle görmek iyi oldu. Kızımız Andie, babasıyla birlikte yaşayan, pembe rengi çok seven, okulun popüler kızları tarafından alaya alınan biri. Jon Cryer'la iyi arkadaş olmasına rağmen çocuk kıza aşıktır. Peşinden koşmasına rağmen Andie daha karizmatik birine aşık olur. Ama çocuk zengin filan. Aşırı klişe bir film ama kendini sıkmadan izlettiriyor. Özellikle havuz sahnesi çok eğlenceliydi. Keşke bizim liselerde öyle olsa dedirtti. Film Grease filminin çekildiği lisede çekilmiş. Ayrıca Jodie Foster, Andie rolünü reddetmiş. İyi yapmış. Kızlar, filmi sadece size öneriyorum. Erkekler izlerse beni vurabilirler :D

     The Lone Ranger çok uzun zamandır listemdeydi. Hazır Digitürk'te yakalamışken kaçırmadım. Sanırım bu tür filmlerden keyif almaya başlayışım Django Unchained ile oldu. Efsane bir film. The Lone Ranger da bana hafiften o tadı verdi. Bir hukuk adamı John Reid ile maskeli bir savaşçının yollarının kesişmesiyle serüven başlar. Bizimkiler iyi taraf tabii ki. Konuyu tam anlatabileceğimi sanmıyorum. Güzel noktalarla birbirine bağlanmış. Çekildiği zamanlar bir ara çekimlere ara verilmiş, maddi sıkıntılardan. Sanırım beklediği ilgiyi de görememiş, çok ilginç. Ben çok çok çok beğendim. Özellikle sondaki tren sahneleri şahaneydi. Yönetmen Gore Verbinski. Depp'e eşlik eden diğer maskelimiz de Armie Hammer. Helena Bonham Carter de keyifli bir rolle göz kırpıyor. Mutlaka izleneceklere ekleyin

     War of the Worlds, yönetmen Spielberg'e merakım nedeniyle izlendi. Eşinden ayrılmış bir baba (Tom Cruise), haftasonunu sorunlu çocuklarıyla beraber geçirmektedir. Her şey oldukça sıradanken şiddetli şimşekler çakar ve hava birden griye döner. Çoluk çocuk korkunca tabi, baba da noluyo diye dışarı çıkar, bi de ne görsün. Yerin altından üç bacaklı dev yaratıklar çıkar. Tripod misali. Hemen çocukları çalışan tek arabaya atan baba, başlar şehirden uzaklaşmaya. Ama kaçmak ne mümkün. Tüm dünyayı ele geçirmişler. Baktım, Türkiye de fena :D Konu açıkçası görmeye alışık olduğumuz türdendi ama yönetmen farkını konuşturmuş. Tüm zamanların en çok hasılat yapan filmlerinden de biri olmayı başaran War of the Worlds (kaynak:filimadamı), bence güzel bir cumartesi akşamı filmi.

     İşte başucu filmlerimden biri olmayı başarmış The School of Rock! Ne keyifli bir filmdin sen ya. Valla anlatırken bile gülüyorum. Başrollerde High Fidelity'deki rolü gibi çılgın atan Jack Black, çok sevdiğim oyunculardan Joan Cusack var. Rock grubundan atılan Jack, işsizliğe dayanamayarak, arkadaşına gelen öğretmenlik teklifini gizlice kabul eder. Herkes onu arkadaşı Ned Schneebly sanarken, o hiç çaktırmadan başlar işe. Müzik dersi dışında hiçbir ders işlemeyen Jack'in aklına, sınıftaki birbirinden yetenekli öğrencilerden oluşan bir grup kurup, yarışmaya katılmak gelir. Pek yanaşmayan öğrencilere, hergün müzik eğitim verir. Rock müziğin efsane isimlerini tek tek tanıtır, hatta çaldıkları enstrümana göre yapacakları hareketleri bile öğretir.Çok keyifli, tam bir cumartesi sabahı filmi. Aşırı öneriyorum.

 


      Üstüne pek konuşmak istemiyorum. Uyarı amaçlı yazıyorum. Çok çok çok kötü bir film. Keanu Reeves ve Jennifer Connelly bile kurtaramamış filmi. Nasıl kabul edip oynamışlar anlamadım. Valla yarım da bırakamadım, huyumu biliyosunuz. Siz sakın izlemeyin!

görseller: IMDb, filimadamı.com

7 yorum:

Sevdim Sizi Bir Kere - 4

10:00 merababenseda 5 Comments

     Vücut dengemin inanılmaz şaştığı bir haftadayız. Sevicek şeyleri bulmakta az da olsa zorlanıyorum. Sanırım önce kendimi sevmeliyim. (aha 8 saniye filmine bağladım) Ama sizsiz yapamıyorum okuyucu. Sizinle konuşmayı özlüyorum. Hemen koştum geldim. Bakalım bu hafta neler girmiş radarıma.



Bu tatlılık abidesi ailenin youtube kanalını bilmeyen var mı? Eğer bilmiyosanız çok tatlış şeyler kaçırıyosunuz, haberiniz olsun. Jonathan ve Anna adlı çift, ilk bebekleri Emilia'nın doğuşuyla birlikte her anını videoya çekip, Youtube'ta yayınlamaya başlar. Ve tabi o kadar sevilir ki, izlenme sayıları gün geçtikçe artarken, bu olayı da tam zamanlı işleri haline getirirler. Tabi zorunlu bir iş gibi değil, o kadar doğallar, o kadar eğlenceliler ki. Ben ablam sayesinde keşfetmiştim. O zamanlar Emilia 6 aylık, topaç gibi sevimli mi sevimli bir bebekti. Daha sonra Bir oğulları oldu, Eduardo. Emilia'nın deyişiyle " Ardo " :D Tüm zamanlarını çocuklarıyla kaliteli bir şekilde geçirip, hiçbir anlarını kaybetmeyen aile, oldukça popüler aslında. Sanırım 6 tane de minicik köpekleri var. Onlar da ayrı bi konu. Yani anlayacağınız, canınız sıkkın olduğunda açın bir videolarını, inanın keyfiniz yerine gelicek. Özellikle Emilia'nın küçüklük hallerinin olduğu videoları mutlaka izleyin.  Sacconejoly's adlı kanallarının linkine şuraya bırakıyorum. 

2- 

Bu aralar akşamları film izlerken çayımın yanında bana eşlik edecek atıştırmalık bulmakta çok zorlanıyorum. Çikolata diye ölüp biten bir insan değilim. Birkaç ürün dışında elimi sürmem. Hele kızların şu Nutella aşkını hiç anlayamadım. Bence bi numarası yok. Zaten evde de hep kardeşim yer. Bisküvilerin çoğu da bana hitap etmiyor. Yani çok şey denemişimdir ama şuan markete girdiğimde koşa koşa aldığım hiç bir ürün yok (derde bak). Ben de napiyim, elime artık ne geçerse yeter ulan diyip alma noktasına geldim. İşte Eti Burçak Kurabi o ara elime geçen bir ürün. Aman allahım nasıl lezzetli bir şeysin sen. Kıtır kıtır, enfes bir bisküvi kıvamında kurabiye. Çayın yanında çok güzel gidiyor. Sanırım yeni çıkmış. Bu turunculu paketi ilk defa gördüm ve heryerde de bulamıyorum. Bi deneyin diyorum. Ben çok sevdim.

3- 

Gözümün içine pek kalem çeken birisi değilim. Küçülmelerine gönlüm el vermiyor. Ama özellikle uykusuz olduğumda kırmızı durması beni delirtiyor. Makyaj gurularından öğrendiğime göre ten rengi kalem çekersen hem o yorgun görümü yok ediyoruz hem de daha sağlıklı görünüyoruz. Ya tabi faso fiso ne sağlıklısı da, bi toparladığı kesin. En başarılı versiyonun Sephora markasına ait olduğunu duyunca en yakın arkadaşımla hemen birer tane aldık. Hem o hem de ben çok beğendik. Klasik kalemler gibi de eğil, boyu oldukça uzun. Sizi uzun süre idare eder. Her şehirde Sephora yok maalesef. Ama fırsatınız olursa mutlaka alın. Fiyatı da 26 tl gibi bi şeydi. Diğer kalemlere 10 küsür lira vereceğinize bunu alın, kafa rahat, mis. Dikkat ama, beyaz kalem sürmüyoruz, ten rengi sürüyoruz!

4- 

Bu fotoğraf babama ait. Kendisi şuan görev dolayısıyla doğuda. O da benim gibi çayı çok sever. Orda arkadaşlarıyla güzel havayı fırsat bilip dışarda böyle çay keyfi yapmışlar. O ağır ağır demlenen çayın tadını bilenler bilir, enfestir. Çok kıskandım kendisini. Ama çok da sevdim bu görüntüyü. Ne demişler her şeyi salla çayı demle :D

     Bu haftalık 4 tane; sevip, bağrıma bastığım şeyle karşınızdaydım. 5 zorladım ama çıkmadı. Haftaya inşallah. Yarın uğramayı unutmayın bu arada. Haftanın 5  liği sizi bekliyor olacak. Cumartesi akşamınız ya da pazar sabahınız için belki film buluruz size? Buluruz buluruz. Siz bu hafta neler sevdiniz, öldünüz bittiniz, yorum olarak bırakırsanız çok sevinirim. Keyifli haftasonları.





5 yorum:

Son 5 Yılın En İyi 50 Filmi - Indiewire

11:00 merababenseda 2 Comments


Indiewire internet sitesi, son 5 yılın en iyi 50 filmini seçmiş. (Kaynak : Ntv Haber )

Listedeki tüm filmleri duymuş olmama rağmen, maalesef yalnızca 5 tanesini izlemişim. Ama bir çoğu izleme listemde ekli çok şükür. Hepsine sıra gelecek. Eğer sizde ne izleyeceğine karar veremeyenlerdenseniz ve de listeler benim gibi hep çok işinize yaradıysa, bir göz atın derim.

Ben izlediğim 5 tanesini gösteriyim size, ama siz Ntv nin sitesine giderek tüm listeyi bulabilirsiniz.

Güncelleme : +2 filmle sayımı 7 ye çıkarmış bulunuyorum :)

Amour
Bridesmaids
Gravity
Martha Marcy May Marlene
Black Swan


Inside Llewyn Davis


Under The Skin



2 yorum:

Sevdim Sizi Bir Kere - 3

13:00 merababenseda 14 Comments

     Oldukça keyifsiz geçen bir haftada, Sevdim Sizi Bir Kere yazısı yazacak kadar sevgi dolu değildim, o yüzden gecikti efendim yazı. Yine de ben bulurum, benden kaçmaz. Ayrıca güzel de bir seri başlattığımı düşünüyorum, diğer bloggerlara ilham verebildiysem ne mutlu bana. Haydi başlayalım.

1-  
Hürriyet Gazetesi köşe yazarı sevgili Reşat Kutucular, yazdığı yazılarla beni öyle çok mutlu ediyorki. Gıda mühendislerinin sesini duyurmada güzel yardımlarda bulundu. Bu konuyla ilgili çok güzel yazılarını okudum. Tabii ne kadar işe yarar, orası muamma. Hemde çok fena. Ama ben çok mutlu oluyorum böyle yazılar okuyunca. Kendisi bu yazımı okumasa da O'na teşekkür ediyorum. Ne de güzel demiş : "Başka bir Türkiye mümkündü. Bugünkünden farklı bir Türkiye ... İşsizlik mi? Sıfırlanması ne mümkün? Ama o Türkiye'de mühendisler daha kolay iş bulabilecekti. Gıda ve ziraat mühendisleri kadro kadro diye bu kadar feryat etmeyecekti. Çünkü bu dünyayla başa çıkabilmek için bilimselliğin şart olduğu çoktan kavranmış olacaktı. " Ağzınıza sağlık. Zabıtalar okul kantinlerini denetlerken, kuru üzüm/süt ile bir yere varamayız. Bahsettiğim yazıların  linkini de şuraya koyuyorum okumak isteyenler için. tık tık 1   tık tık 2

2- 

Aslında size daha başka bir siteden bahsedicektim ama, baktım ki artık siteye ulaşılamıyor. Oysaki bence çok sevicektiniz :( Neyse, başka bir sevdiğim oluşumdan bahsedelim o zaman. Ben çok film izleyen, ve aynı zamanda nerdeyse her şeyini bir listeye göre yönetip/halleden bir insanım çok şükür. Yazılarımdan da anlıyorsunuzdur, her şeyim bi liste halinde. İşte bu sebepten, izlediklerimi/izleyeceklerimi kaydedebileceğim bir site arayışına girmiştim. Üniversite yıllarında keşfedip çok sık kullandığım bir site filimadamı. Eski hesabımın şifresini unutunca (ühü ühü) yeni bir madam hesabıyla devam etmek durumunda kaldım. Adamlar, madamlar güzel bir oluşum. Ay çok eğlenceli, güzel bir haz izlediklerinizi işaretlemek. Bir bakın diye linki şuraya koyuyorum .

3- 

Bir indirim dönemini Seda nasıl sakin geçirebilirdi? Cevabı bulunamadı ve bulunamayacak. O yüzden siz boşverin de, ben size bu güzelliği tavsiye ediyim. Rimmel London markasının mor kapaklı moisture renew serisinden 700 numaralı Nude Delight. Tam aradığım nude ruj. Mat değilde hafif parlak bir yapısı var. Yani kızlar bence çok şukela bir ruj. Koyu ruju oraya buraya bulaştırdım mı acaba gerginliğine girmek istemediğiniz günlerde sürün sürün çıkın. Öptüm.

4- 

Ben küçükken benimle arkadaşlarım çok dalga geçerdi. Gözlerim büyük diye. Kurbağa derlerdi :D Ama bana hiç de büyüklermiş gibi gelmezdi. Eve gider ağlardım sürekli. Ulan vicdansız çocuk yetiştirmeyin be ana babalar. Çocuklarınız psikolojimi bozdu. Her neyse. Tim Burton'ın bu hafta vizyona giren Big Eyes filmi hemen radarıma girdi. İzlemek için ölüp bitiyorum. Görsellerini açıp açıp bakıyorum. Çok sevdim. Bence Tim bebeğim yine güzel iş çıkarmıştır. İzleyelm.

5- 

Peki bu yüzüğün tatlılığını ne yapsak ey okuyucu? Bayıldım. Sıla tokası ve  Fatmagül kolyesinden sonra bu yüzüğe de hakettiği değeri verelim istiyorum.

     Ruhsuz geçen haftama azcık renk kattım bence. Sizde durumlar nedir? Neleri sevdiniz, söyleyin biz de severiz belki. Keyifli haftasonları.

görseller: comingsoon.net, pinterest




14 yorum:

NELER İZLEDİM #10

10:00 merababenseda 3 Comments

     Keyifli pazarlar sevgili okuyucu. Haftanız nasıl geçti? Benim pek iyi geçtiği söylenemez. Diken üstündeyim diyebilirim. Battı batıcak az kaldı. Ay neyse, biz filmlerimizi konuşalım, keyfimiz yerimize gelsin. Haftanın beşliği başlıyor...


     2010 yapımı, konusuna göre 107 dakikalık uzun bir süreye sahip ilk filmimiz Morning Glory. Başrollerinde, erkek arkadaşımın pek sevdiği Rachel McAdams!!!, benim pek sevdiğim Harrison Ford ve Diana Keaton var. Kızımız okulundan mezun olduğundan beri çok sıkı çalışmaktadır. İşine aşık diyebiliriz. Televizyon sektöründe yapımcı olarak çalışan Rachel, hayallerinin kanalında işe başlar. Birbirine oldukça zıt karakterlere sahip Harrison ve Diana'yı, aynı haber programında sunucu olmaya ikna eden Rachel, hem onlarla uğraşır, hem de reyting savaşı vermektedir. Özellikle Harrison amcamız, çok sıkı. Oldukça çerezlik, güzel bir film. Nötrüm yani. İzlenebilitesi var. IMDb'den 6.5, Rotten Tomatoes'tan da 55 alan film, pek şaşırtan türden değil.


     Leyla ile Mecnun severlerin eminim kaçırmadığı bir film Bana Masal Anlatma. Hala vizyonda olan filmin başrollerinde Behzat Ç. den tanıdığımız Fatih Artman, Güneşi bekleyen Hande Doğandemir, komedide kendini geç de olsa kanıtlayan Cengiz Bozkurt, bonus olarak da Yılmaz Erdoğan var. Bambaşka diyarlardan gelen Ayperi, dünyamıza yabancıdır ve O'nu ilk bulan minibüs şöförü Rıza'dır. Kıza hem yardımcı olur, hem de yavaştan aşık olur. Onun dışında artık klasikleşmiş mahalle hikayeleri mevcut. Türk sineması artık şu klişeden sıyrılmalı ama neyse. Cengiz Bozkurt bence filmin yıldızıydı. Çok komik sahneleri vardı. Komedi, azıcık gözyaşı, bol klişe dolu filmi biz başarılı bulduk. Bence güzel bir pazar kahvaltısı filmi. Öneriyorum efendim.


     İlk 5 dakikasından sonra beni dumura uğratan 2013 yapımı bir film The Secret Life of Walter Mitty. Başrollerinde komedilerden aşina olduğumuz ve filmin yönetmenliğini de yapan Ben Stiller, Nedimeler filminden tanıyıp çok sevdiğim Kristen Wiig, çok şukela bir bonus da Sean Penn. Walter, bir dergide fotoğraf bölümünde çalışmakta. Çekim aşaması değil ama, yıkanması vs. Bir gün önemli bir fotoğrafçı olan Sean Penn, kendisine çok değerli bir pozunu yollar, ancak Walter onu kaybeder, ya da kaybettiğini sanar! Bu arada derginin yeni genel müdürü çalışanları işten kovar. Bir derdi daha var tabi. Kayıp pozu, derginin yeni sayısında kapak olarak kullanmak. Walter büyük bir çıkmazın içine girerek, fotoğrafın peşine düşer. Yer yer fantastik sahneleri de bulunan filmi değişik bulmakla beraber, çok beğendim. İzleyiniz.


     İki Oscar ödülünü kapmış olmasına rağmen, benim gönlümü maalesef kazanamamış olan bir film Crazy Heart. İsmi de yeni msn adresi açan mahallemizin haşin delikanlısının nicki gibi :D Çok ayıp ediyorum şuan, beni affetsinler. Film, 2009 yapımı. Başrollerinde, rolüyle hem Oscar'ı hem de Altın Küre'yi kucaklayan Jeff Bridges, Maggie Gyllenhaal (yazması bir ölüm olan soyadlarından), haşin boy Colin Farrell. Gençliğinde şöhretin zirvelerinde dolanan Bad Blake, artık o şaşaalı günleri geride bırakmış, öyle böyle albüm yapıp para kazanmaya çalışır. Bir yandan kendisiyle röportaj yapan hanım kızımıza gönlünü kaptırır. Ya ben nedense filmin içine çok dalamadım, pek keyif alamadım. Müzikleri çok başarılı, oyunculuklar da keza öyle ama, konusunu aşırı klişe buldum. 


     Sırf Once Upon A Time'dan aşık olduğum Rumpelstilskin başrolde diye izledim yemin ediyorum. Ama film aslında En İyi Müzik dalında OScar'ı da kapmış, bol ödüllü bir 1997 yapımı. Zamanında kadınlar matinesi diye bilinen yerlerde, erkek striptizcilerin moda olduğu günler. Hem işlerinde hem de evlerinde dikiş tutturamayan 6 erkek, bu işe el atarlar. Birbirlerinden hem fiziksel hem de karakter bakımından oldukça farklı olan bu erkeklerin tek amaçları, o matinelerde kendilerine yer bulup sahne alabilmek. Başlarlar çalışmalara, başlarına gelmeyen de kalmaz tabi. Öyle böyle derken, eşlerinin de bulunduğu matineye bakalım çıkabilecekler mi? Çok eğlencelik, oldukça farklı bir konuya sahip filmi büyük keyifle izledim. Müzikleri gerçekten şahane. Özellikle de son sahne bomba! İzleyiniz.


     Geldik bir pazar beşliğinin daha sonuna. Buraya kadar okuyan varsa tebrik ediyorum. İzledikleriniz ya da ilginizi çeken bir film varsa, aşağıya yorum olarak bırakmayı unutmayın. Ben şimdi takip ettiğim bloglarımı okuyup keyif yapma niyetindeyim. Sizlere de keyifli pazarlar.

3 yorum: