Sevdim Sizi Bir Kere - 5

11:00 merababenseda 2 Comments

     Dışarıda dehşet bir yağmur var, şimşekler çılgın atıyor. Ama ben işten geldim, duşumu aldım, anne demlemesi çayım da yamacımda, sizinle biraz konuşmak istedim. Özleştik bence. Sevdim sizi bir kere, blogumda en çok okunan yazılardan. Benim de başka bloglarda okumayı en sevdiklerimden. O yüzden bu akşam keyfime, güzel bir yazı eşlik etsin istedim.

Bende durum budur

1) İlk sevdiğim bir internet sitesi. İçinizde duymayanlar vardır belki, youreads . Bu site sözlük formatında ancak daha enfes başlıkları var. Mesela film başlıkları, kitap, müzik, yazar hatta ve hatta videolara dair bir başlık da mevcut. Mesela canınız yeni filmler mi keşfet istedi, basıyorsunuz film ikonuna; O gün içerisinde hakkında entry girilen başlıklara ulaşıp, bilgi edinebiliyorsunuz. Kitap da aynı şekilde. Ben sevdim, filmleri izlemeden önce değil de izledikten sonra araştıran biri olarak çok işime yarıyor. Daha taze bir oluşum, gittikçe büyüyor. Bir göz atabilirsiniz.


2) Sen de onunla büyüyenlerdensin, biliyorum. Her bakkala gittiğinde artan parayla, şööyle bir sallayarak içindekini tahmin etmeye çalışarak bir toybox almışsındır. Bizim ablamla bir ara hayata dair tek kaygımız, toyboxlarımızdan ne çıkacağıydı. Minik kelebek şeklindeki silgiler en sevdğimizdi. Tam hatırlamıyorum ama araba vs de çıkıyodu sanırım. Çünkü çok üzülüp birbirimizi teselli ettiğimiz zamanları hatırlıyorum. İçinden bir adet de bol şekerli bir sakız çıkardı. O da şekeri gidene kadar itinayla çiğnenirdi tabi. Güzeldin be toybox. Sevdim seni.


3) Klasikleşen maddemiz, kozmetik. Bu seferki bir cilt bakım ürünü. Cildime peeling yapmayı seviyorum. Hem makyaj kalıntılarını daha iyi arındırdığı hissini! bırakıyor hem de yüzümdeki lanet pütürleri bir güzel zımparalıyor :D Her gün yapmıyorum tabi, cildi de o kadar yormamak lazım. Denediğim ikinci peeling Yves Rocher nin artık meşhur olmuş kayısı çekirdeği tanecikli olan ürünüydü. Hakkında çok fazla yorum okumuştum, fiyatı da oldukça uygun olunca üniversitede tanışmıştık kendisiyle. Şuan 3. kutumu kullanıyorum. Gayet memnunum. Hem mis gibi kokuyor, hem fiyat performans açısından oldukça başarılı. Sevdim seni.


4) Bazen sabahları canım hiçbir şey yemek istemiyor. Ekmekli, yumurtalı, yağlı ballı kahvaltı edenlere imreniyorum. Sabahın 6 sında yiyemem sanırım o kadar :( İşte böyle zamanlarda imdadıma Wasa yetişiyor. Peki nedir bu wasa? İsveç menşeili, sandviç konseptinde bir atıştırmalık. Evdeki stoklarımdan birini atıyorum çantaya, eğer otobüs boşsa bir parçası çok kıtırtı çıkarmadan afiyetle yeniyor. İkincisi ise bir bardak çayla. Öğle yemeğine kadar beni güzel idare ediyor saolsun. Isırdığınızda arasındakiler resmen dışarı taşıyor. O derece dolu bir sandviç bu arada. Krem peynirli, krem peynir-domatesli, krem peynir-fesleğenli, çikolatalı çeşitleri mevcut. Daha fazlası vardır kesin ancak ülkemizde var mı onu bilmiyorum. Her markette bulunmuyor! Ben migrostan almıştım. Aklınızda bulunsun, tahıllı, lezzetli bir atıştırmalığın çantada bulunması, bazen hayat kurtarıyor. En çok krem peynir-domatesliyi, çikolalıyı sevdim desem...


5)  Başucu kitabımla tanıştırıyim efendim sizi. Seni Gidi Seda :D İnternetten kitap alışverişi yaptığım bir günde sepetime atmıştım hemen. Hem ismimi taşıması, hem bol çizimli bir çocuk kitabı olması, kendisini sevmeme yetti. Kitaplığımın nadide parçalarından. Sevdim seni.


2 yorum:

Mim / Bir Kitap Olsaydım

21:21 merababenseda 9 Comments

     Merhaba canım okuyucu. Birkaç gündür çok yoğun olmama rağmen, akşamları yarım saatliğine de olsa bilgisayar başına geçip yorumlarınızı okuyorum, takip ettiğim bloglara göz atıyorum, kendi bloguma da bir şeyler karalamaya çalışıyorum. Bugün Part Of The Book blogunun sahibi beni çaya davet etmiş, hem de yeni davet etmiş. Atladım gidiyorum. Haydi başlayım :)

     Okuduğum kitaptan keyif almam için net, basit, sade, orasından burasından çekmeli cümleler olmaması lazım. Burdan yola çıkarsak yazacağım kitap da pek tabii böyle olacaktır.

     Bir kitap yazacak olsam, adını "1 Ekmek 1 Süt" koyardım. Ne alaka şimdi Seda, gıdayla kafayı bulmuşsun sen yıllardır diyecek olanlar sakin olun. Şöyle ki, kitap konumla ilgili aklıma ilk gelen şey yalnızlıktı. Ama öyle klişe bir yalnızlık değil benimki. Tamamen baş karakterin kendi seçimi olan bir yalnızlık. Birgün yaşadığı yerden, evinden, tanıdıklarından, etrafindeki herkesten, işinden, belki de sevgilisinden elinde küçük bir çantayla ayrılır. Bir gece önce biletini aldığı uçağa atlar (ya da otobüse. bilemedim ülke değiştirsin mi değiştirmesin mi) ve artık tek başınadır. Ne güzel değil mi? Korkutucu biraz evet kabul ediyorum ama heyecan dolu olduğu kesin. Bu yalnızlığın günümüzde geçmesi, yani modern zamanda geçmesi bence kitabı ilginç hale getiriyor. Nimetleri fazla çünkü. Kahramanımız gittiği yerde kendisine küçük, şirin bir ev tutar. Sabahları kapısına 1 ekmek 1 sü bırakılır. Yani bi başına, artık hayatındaki sayıları en minimize ettiği şekilde yaşar. Ekmeğin birazını sabah, birazını akşam yer belki. Orda yeni insanlar tanır ama kimseye bağlanmaz. Kendine bi blog açar :D Şehrindeki sergileri, festivalleri, en yeni filmleri hiç kaçırmaz. Hatta evine yakın bir kütüphane keşfeder. Akşamları boynuna iki fıs parfümünü sıkar, saçları da şampuan filan kokar, alır bez çantasını alışerişe gider. Kendisine nefis salatalar hazırlar.... Yaz yaz bitmez. Eğer Müge Anlı kahramanımızı bulmazsa, bir süre keyifli vakit geçireceği kesin :D


     Kitap Kapağıma tabii ki bir ekmek ve süt koyacak halim yok. Burası da kahramanımızın şirin evinin kapısı olsun. Sizin de içinize ferahlık veren bir fotoğraf değil mi ya :)

Arka Kapak Yazısı
"Kaçmadım" diye başladı ilk yazısına; "kaçmadım, yaptığım sadece bir tercihti. Kimseye kızgınlığımdan değil bu gidiş, kendimle kavgamı bitirdim. Kavga sonucu birlikte aldığımız karara göre, gitmeliydik. Sil baştan değildi hiçbir şey, sayfayı değiştirmekti. Benimle beraber hayatımın bu yeni döneminde, bu heyecanı paylaşmak ister misiniz?" Sonra güzel bir müzik açtı, masadan aldığı kalemle saçını tutturarak mutfağa gitti. Yalnız ilk gecesini, demlediği çayıyla kutlama akşamıydı.

Önyazı
Önyazım yok :D İtiraf ediyorum hiçbir kitabın önsözünü okumuyorum. Okuyucularıma da aynı şeyi yaşatamiyciğim.

İthaf
Yalnız kalmaya ihtiyacı olan herkese

     Umarım keyifli bir yazı olmuştur. Aklımdan ne geçiyorsa yazdım valla. Yapmak isteyenler üzerine alınıp mimi yapabilirler. Yorumlarınızı bekliyorum. Keyifli günler, akşamlar, geceler.

9 yorum:

NELER İZLEDİM #16

11:00 merababenseda 4 Comments

     Nasıl  geçti günler bakiyim haftanın ortasına kadar, yüzünüzü yıkamaya bile üşenecek kadar sıkıntılı mı yoksa kırmızı bir rujla bile havanızı değiştirerek günü kurtarmayla mı? ( Kadın okuyucularıma ithafen, erkekler ne yapar böyle durumlarda bilemedim :/ ) Amaan boşverin hadi, yaslanın arkanıza, size güzel filmler anlatmaya geldim. Haydi bakalım.

     Blogumun ilk yazılarından olan Airplane 'i yazdığımda pek tatlı bloggerlardan Deep : "Top Secret'i izle bak" demişti. Ben de izle diyorsa bir bildiği var diyerek, geçtim filmin başına. ZAZ ekibi yine yapmış yapacağını. Ba yıl dım. Filmin absürd bir komedi olduğunu unutmayın öncelikle. Benim sanırım en sevdiğim film türlerinden biri oldu. Ünlü bir rock yıldızı olan Nick ile gizli bir örgütte çalışan Hillary, bir rastlantı sonucu tanışırlar. Birbirlerine aşık olmalarıyla da olaylar gelişir. Katıla katıla güldüğüm o kadar çok sahne var ki. En sevdiklerimden Pizza House'taki dans sahnesi, filmin açılışındaki sahil sahneleri filan bombaydı. Tüm Zamanların En Absürd Komedi Filmleri nde de kendine yer bulan filmin başrollerinde pek sevgili Val Kilmer ve güzeller güzeli Lucy Gutteridge var. Yönetmenlerin şahaneliğine söylenecek söz yok. Çok aşırı tavsiye ediyorum.


     2010 yapımı tv filmi olarak çekilen Temple Grandin'i izlemeyi uzun süredir planlıyordum. Nihayet listeden silindi. Temple Grandin, otistik bir birey olarak hayatını sıradan insanlar gibi sürdürmektedir. Bir yaz annesi onu teyzesinin çiftliğine gönderir. Burada ineklerin sakinleştiği bir düzeneği keşfeder ve kendisi de denemek ister. Çok ilginçtir ki, O da aynı şekilde sinirini, üzüntüsünü, gerginliğini böyle bir düzenekte yok eder. Artık yurttaki odasında bile en vazgeçilmez eşyasıdır. Otistik olmasına rağmen üniversiteyi büyük bir başarıyla bitirir ve yükses lisansını sığırların davranışları üzerine yapar. Çevreden gelen ötekileştirme çabalarına rağmen zekasıyla her şeyin üstesinden gelir. Halen hayvancılık tesislerinde kullanılmakta olan bir düzenek tasarlayarak tarihe geçer. Temple Grandin in hayat hikayesini izlediğimiz filmde başrol, muhteşem oyuncu Claire Danes'e emanet. Bu rolüyle Altın Küre ve Emmy'yi kucaklamış bulunuyor. Mutlaka izlemelisiniz.

     2014 yapımı, listeme girer girmez izlediğim film The Babadook. Ablamın bizde kaldığı bir gece, korku filmi manyağı olan annem film izleyelim dedi. Bende ne biliyim, o an digitürk'te en korkunçlu bu göründü gözüme, açtık başladık izlemeye. Ablam, malum utanmalı bir sahnede "öff çok saçma" diyip izlemeyi bıraktı. Annem de; "ben bunu geçen gece izledim" diyince, kaldım bi başıma. Filme karşı nötrüm. İlk yarım saatinde beni yakalayabilecek bir ipucu bekledim filmden. Ama sahneler aktı, aktı; ben bir türlü adapte olamadım. Küçük oğluyla yalnız yaşayan bir kadının, bir kitapta okuyup etkisinden çıkamadığı karabasanla savaşını izliyoruz. Düşük bütçeli bir film olan The Babadook bittiğinde, hayal kırıklığına uğradım. Ama hakkında biraz araştırma yaptığımda, taşları yerine oturttum. Aslında bu filme psikolojik gerilim türünde demeliyiz. Korku diyince beklentiler insanı üzüyor. Çok kötü değil, denk gelirseniz bi izleyin derim. Beğenmeyenleri olduğu kadar, beğenenleri de çokça mevcut.

     2013 yapımı Filistin'in bağrından kopup gelmiş bir film Omar. Fırında çalışan Omar, geceleri de 'Özgürlük Savaşçısı' olarak İsrail'e karşı saldırılar düzenler. Birgün yakalanır; sevgilisinin abisini ve birçok arkadaşını ele vermemek için yaptıkları kanun dışı işleri neredeyse üstlenmiştir. Hapishanede oldukça şanssız bir şekilde ağzından bir şeyler kaçırınca dışarıya çıkmayı başaran Omar, sevgilisiyle evlilik hayelleri kurarken, bir darbede ondan yer. Ama acaba gerçekler O'nun sandığı gibi midir? Tam bir festival filmi onu söyliyim. Yani bu tarz, biraz ağır aksak ilerleyen filmlerden hoşlanmıyorsanız, izlemeyin. Gerçi Omar çok da ağır değildi, temponun yükseldiği nokta bolca var. Günümüz Hollywood aşklarından bıkan benim için, bambaşka bir coğrafyada, bambaşka bir kültürde yaşayan iki aşık görmek güzeldi. Değişik yaa, ne biliyim. Birbirlerine bakışları bile.  Geçen sene En İyi Yabancı Film dalında Oscar'a aday olan Omar, izlenesi.

   İzlenecekler listemdeki bir filme daha tik atabilir miyiz lütfen? Teşekkürler. Coen kardeşlerden 10 dalda Oscar adaylığı bulunan True Grit, bu yazımızın son filmi. Öldürülen babasının intkamını almak isteyen Hailee adındaki küçük kızımız, katilin peşine düşmeden önce yanına bir yardımcı almak ister. Bunun içinde yaşlı, içkiye düşkün, adeta bir korsan gibi tek gözü kapalı Rooster Cogburn'ün kapısını çalar. Alacak verecek konusunda da anlaşınca düşerler yola. Ama peşlerinde oldukları Tom Chaney'nin ardında bir tek onlar yoktur. Filmin yine sonlarına doğru onun Matt Damon olduğunu anladığım (alkışlar) LaBoef da azılı katili aramaktadır. Yolları kesişince tehlikelerle dolu bir yolcuk başlar. Eğer Django Unchained, The Lone Ranger tadındaki filmleri seviyorsanız, eminim True Grit'i de seviceksiniz. Ben bayılıyorum! Coen kardeşlere saygı duruşu ile bu haftaki beşliğimizi bitiriyorum. Görüşelim arada, yorumlarınızı bekliyorum. Haftanın ortasından sevgiler.


4 yorum:

Whiplash (2014)

11:00 merababenseda 8 Comments

whiplash filmi

     Sundance Film Festivali'nden hem İzleyici Ödülü hem de Büyük Jüri Ödülü ile dönen 2014'ün en çok konuşulan filmlerinden Whiplash karşınızda. Konusundan, oyuncularına, kazandığı ödüllerden, ilginç bilgilere kadar her şeyi konuşalım istedim. Başlıyoruz hadi bakalım.

whiplash filmi blogspot     Damien Chazelle'in yazıp yönettiği son filmi Whiplash'i, kaliteli filmleri takip eden sinemaseverlerin şimdiye kadar mutlaka izlediğini düşünüyorum. Ben sinemada izleme fırsatı bulamadım ama geçen gece baktım herkes uyuyor, aldım battaniyemi üstüme, kuruldum televizyonun başına, sesi de güzelim müziklerden mahrum kalmamak adına makul seviyeye getirip başladım izlemeye.
     Acımasız, işinde oldukça katı kuralları olan, prensipleri tartışılır seviyede bir caz ustası Fletcher. 19 yaşında, davulcu olmakla ilgili büyük hayalleri olan hevesli konservatuvar öğrencisi Andrew. İkisinin arasındaki gerilim dolu ilişki. Ülkenin en iyi müzik okulu olan Shaffer Konservatuvarı'ına giren Andrew, bir gün okulun en sert hocası Fletcher tarafından gruba alınır. Grup, Fletcher yönetiminde her gün saatlerce çalışır ve müzik yarışmalarına katılır. Hiçbir yarışmayı kaybetmeyi göze alamayan Fletcher ile çalışmak hiç kolay değildir. Ama en büyük hayali bir caz grubunda as davulcu olmak olan Andrew'ın ise pes etmeye niyeti yoktur. Davul çalmaktan elleri kanasa da vazgeçmeyecek ve Fletcher'ın as davulcusu olmaya çalışacaktır.

whiplash filmi yorum

     Öğrencilerinin üzerinde kurduğu baskıyla, onlarla dalga geçmesiyle, hatta küfür edip sandalye fırlatmasıyla; içlerindeki potansiyeli dışa vurmalarını sağlamayı kendine görev edinmiş Fletcher'ın bu amansız yöntemi işe yarar mı yoksa kendisine düşman edinmekten başka bir işe yaramaz mı orasını filmin sonuna kadar tahmin etmek pek mümkün değil. Çünkü ben tam film bitti derken olay bambaşka boyutlara geçiyor. Heyecan hep yüksek tutuluyor, orası bir gerçek.

whiplash filmi yorum

     Okul ve yarışma sahnelerinde gerilimin hep tavanda tutulduğu filmde, Andrew'in evde ve kız arkadaşıyla dışarıda geçirdiği zamanlarda genç davulcunun hayatına sakin bir gözle bakıyoruz. Filmin türüne drama demişler ama uzaktan yakından alakası yok. Film tamamen gerilim. Hatta psikolojik gerilim. İzlerken gözümü kırpmadım resmen, gerilmekten bir hal oldum.

     Oyunculuklara gelirsek, her biri şa ha ne. Böylesi oyunculuklar olmasaydı belki de konu çok havada kalırdı. Film dışında en çok konuşulan ve ödüle doymayan şey zaten Fletcher rolüyle J. K. Simmons. Andrew rolüyle Miles Teller da kesinlikle çok başarılıydı ama Simmons rolü resmen yaşadığı için beni koltuğa gömdü. Adamsın Simmons!

j. k. simmons

     Birkaç hafta önce The Spectacular Now adlı filmi izledim ve başrolde Miles Teller vardı. Ben O'nun Whiplash'te oynadığını bilmiyordum. O filmi izlerken demiştim ki bu çocukta iş var. (eski yönetmenlerdenim üzerinize afiyet) Yalnız o yüzündeki ve boynundaki izler çok dikkatimi çekti. Zamanında okkalı bir kaza geçirdiğini düşünüp kısa bir araştırma yaptım ve evet, oldukça yıkıcı bir trafik kazası geçirmiş.

     Müziği baş köşeye koyan filmler aslında ekstra riskli. Hem profesyonel müzisyenler hem de başarılı ve dikkatli dinleyiciler için güzel bir hedef. Daha bunun sinemaseverleri ve sinema eleştirmenleri var. Dört bir yandan eleştiriye açık anlayacağınız. O yönden bakılınca beğenmeyenleri var ama ben bir kusur bulamadım. Özellikle son sahnedeki solo performans! İnsan beğenmemeye utanır be. 

whiplash miles teller

     İzler izlemez erkek arkadaşıma "mutlaka izle (baş parmak emojisi)" yazıp yolladıysam, mutlaka izlemeye değer bir filmdir. Hırsın, en iyi olma çabasının, fedakarlıkların, despot bir hocanın dibine kadar hissedildiği sert ve kaliteli bir yapım izlemek isteyen kimse kaçırmasın. Tabii güzel bir caz ziyafeti çekmek isteyenler de. Filmi izlediyseniz ya da izlemeyi düşünüyorsanız yorumlarınızı benimle paylaşmayı unutmayın. Şimdi sizleri, filmle ilgili ilginç bilgilerle baş başa bırakıyorum.

Whiplash'e Dair Kısa Bilgiler 
* Film için finansman bulamayan yönetmen Damien Chazelle, filmi 2013 yılında kısa film olarak çekti. Bu kısa filmle Sundance Film Festivali'nde ödül kazanınca filme finansman bulabildi ve uzun metraj için çalışmalara başladı.

* Yönetmen Chazeller lisede okulun orkestrasında yer almış. Filmde yönetmenin tecrübelerinden de kesitler mevcutmuş.

* Miles Teller 15 yaşından beri bateri çalıyormuş. Ancak film için saatler süren bateri dersleri almış. Filmde bateri çaldığı tüm sahnelerde kendisi oynamış.Aynı şekilde piyano çalmayı bilen Simmons, film için piyano dersleri almış.

* Ritimlerin yoğunlaştığı sahnelerde yönetmen bilerek sahneyi kesmemiş ki, Teller iyice yorulup bateri çalmaya devam etsin.Bazı sahnelerdeki kan, Miles Teller'in kendi kanıymış!

* Tokatlama sahnesinde Simmons gerçekten tokat atmış.

* Andrew, yani Miles Teller; filmdeki tüm sahnelerde oynuyor.

* Film 24 günde çekilmiş. Filmin çekildiği sıralarda yönetmen bir trafik kazası geçirmiş.

* Uluslararası Toronto Film Festivali'nde Özel Gösterim'de seyircisi ile buluşan film. Cannes'da da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde yer aldı.

* 5 Oscar adaylığından 3'ünü kazandı. En İyi Kurgu, En İyi Ses Miksajı'nın dışında J. K. Simmons da En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü'nü kazandı. Filmle ilgili ödüller genellikle ses miksajına ve Simmons'a gitmiş görünüyor.

* İlk Oscar'ını kazanan Simmons'un babası müzik öğretmeniymiş.

* Oscar'a aday olmasına rağmen en düşük gişe yapan filmler arasında.


görseller:tumblr,pinterest
kısa bilgiler:IMDb

8 yorum:

Harika İki Kısa Film - Le voyage dans la tune (1902) / Tango (1981)

10:00 merababenseda 2 Comments

     Çok nefis filmler keşfedip, sanat kokan sayfalarında dolanmayı çok sevdiğim, filmlerle dolu bir site olan Fil'm Hafızası 'nda geçtiğimiz günlerde çok müthiş iki yazı okudum. Yazılar iki kısa film hakkındaydı ve bonus olarak izleme fırsatını da sunmuşlardı! Ta ta ta taaam.



İlk olarak Le voyage dans la tune (A trip to the moon)'la karşılaştım. 1902 yılında çekilmiş Fransızlara ait bu film, ilk bilim-kurgu filmi olma özelliğine sahip ve Ölmeden Önce Görmeniz Gereken 1001 Film Listesi 'ne ilk sırada yer alıyor. Fil'm Hafızası'nda filmle ilgili daha harika bilgilere ve tabii ki filme ulaşabilirsiniz. Burdan buyrun


Daha sonra ise karşıma Oscar ödüllü Tango yazısı çıktı. İzlerken gözlerimi alamadığım (izlerseniz ne dediğimi anlayacaksınız) ve hayran kaldığım bir kısa film oldu. Yine filmle ilgili çok ilginç bilgilere ulaşmak ve filmi izlemek için sizi şöyle alalım 

     Bu filmleri sizlerle paylaşmadan edemezdim. Daha sonra siteye de göz atmayı unutmayın, film sever biriyseniz çok hoşunuza gitmesi muhtemel. Ayrıca instagram sayfaları da ayrı eğlenceli, ona da bir bakın. (Instagram : filmhafizasi) İzlerseniz düşüncelerinizi benimle paylaşmayı unutmayın. Keyifli günler diliyorum.

2 yorum:

NELER İZLEDİM #15

10:00 merababenseda 4 Comments

    
 Neler İzledim beşliğimize hoşgeldiniz. Evde kısa süreliğine anne rolü üstlenmem nedeniyle yazılarım biraz gecikti. Pazartesi de işe başlayacağım düşünülürse, bu hafta bol bol yazı planlamam lazım. Eğer istekleriniz varsa yorum bırakmayı unutmayın. Biz şimdi beş filmimize bakalım nelermiş.

drugstore cowboy filmi
     1989 yapımı, başrollerinde gencecik Matt Dillon, Kelly Lynch, yeni gözdem Heather Graham'ın bulunduğu polisiye-dram türünde yer alan Drugstore Cowboy'la açılışı yapalım. Uyuşturucu bağımlısı 4 genç, market-eczanelerdeki (oralarda öyle) satılan ilaçları çalarak, uyuşturucu niyetiyle kullanırlar. Birgün içlerinden biri aşırı doz nedeniyle ölür. Ellerinde onlarca ilaç ve bir cesetle kala kalan grup, bir yol ayrımına gelir. Empire'ın seçtiği En İyi 50 Bağımsız Film, New York Time'sın Görülmesi Gereken En İyi 1000 Film ve Ölmeden Önce Görmeniz Gereken 1001 Film listelerinde kendisine yer bulan film, eleştirmenlerden tam not almış. Hatta başrollerden olan Matt Dillon oynadığı filmlerden en sevdiği filmin Drugstore Cowboy olduğunu açıklamış. Conan O'Brian ' ın da favori filmlerindenmiş. Beni güzel noktalardan yakalayan bir filmdi. Öneriyorum efendim.

Hayallerin Peşinde filmi
     2008'de vizyona girdiğinde Titanik'ten sonra Kate Winslet ve Leonardo DiCaprio'nun tekrar biraraya gelişiyle büyük isim yapan Revolutionary Road'u nihayet izledim. Hiç olmasa afişi sürekli karşıma çıkan film, Richard Yates'in aynı adlı romanından uyarlanmış. Frank ve April adlı çiftimiz, 1950'lerin ortalarında, Amerika'da iki çocuklarıyla yaşamaktadır. Film, o zamanların Amerikan evlilik kurumlarına sıradan bir bakış aslında. Adam, işinde mutsuz, her an pes etmeye hazır; kadın, idealleri daha doğrusu hayalleri için her şeyi yapacak kadar gözü kara. Ama geçim derdi, makam mevki aşkı, çıkar çatışmaları karı kocanın istemeden de olsa hayatı kabullenişlerine neden olur. Kadın ve erkeğin bunalımı bir süre sonra sizi de içine alıyor, ben durduk yere gerildim :D 3 Oscar adaylığı bulunan filmi izlemediyseniz, bu cumartesi gecesi için listeye ekleyin bence.

cennet gibi filmi
     Bu gidişle tüm filmlerini izleyeceğim Mark Ruffalo ve klasik sarışın oyunculardan Reese Witherspoon'un başrolde yer aldığı 2005 yapımı fantastik, romantik komedi türündeki Just Like Heaven tüm klişeliğiyle karşımızda. Genç, başarılı ve işine aşık bir doktor olan Elizabeth, bir akşam arkadaşlarının O'na ayarladığı erkekle buluşmaya giderken trafik kazası yapar ve komaya girer. İki dünya arasında sıkışıp kalan Elizabeth'in ölmesi beklenirken, evi peyzaj mimarı David'e kiralanır. Klasik olarak duvarlardan geçen, David'den başkasına görünemeyen Elizabeth ile aşk-nefret ilişkisi yaşayan David, kadını tekrar dünyaya döndürmeye çalışır. Tek başına izlenince hafif hüzün yaratan, sevgiliyle izlenince tatlı romantik bir filme dönüştüğü söylenen Just Like Heaven, Marc Levy'nin aynı adlı romanından uyarlama. Arada da böyle risksiz, klişe filmlere ihtiyaç duyuyor bünyeler.

sekiz saniye filmi
     Kendini izletmeyi başaran, sosyal medyada adından sıkça söz edilen 8 Saniye. yönetmeni Ömer Faruk Sorak'ın daha önceki Aşk Tesadüfleri Sever filmine sevgimden gittim diyebilirim. Esra, Almanya'da 3 ablası ve yaşlı anne babasıyla yaşayan bir kız. Çocukluğundan beri gördüğü rüyalarla başı dertte. Büyüdükçe ve hayatta/aşkta yaşadıklarının yükü de ağırlaşınca, rüyaların boyu da değişir. Diyor ki; gece uyansan kalksan ve yatağa baktığında hala uyumakta olan kendini görsen sen ne yaparsın? Bu cümle psikolojimi bozdu arkadaşlar. Herhalde kafayı yerdim :D Başrol Esra İnal'ın ilk oyunculuk deneyimi ve bu konuyla ilgili hiçbir deneyimi yok. Hatta dediğine göre sette ilk zamanlar kameralar nerde, nereye bakması gerek hiç bilmiyormuş. Belki de bu yüzden çok doğal oynamış. Filmden nefret etmedim ama bu "bir sabah kalktım ve dedim ki artık hayatım değişmeli" klişeleri beni biraz boğuyor.

vanilla sky filmi
     Kafa Karıştıran Filmler Listesi ' nde yer bulmuş ve benim kafamı ciddi anlamda karıştıran Vanilla Sky ile kapanışı yapalım. Kafam hala karışık olduğu için konuyu nasıl toparlasam bilemiyorum ama bi bakalım. Yakışıklı, zengin ve çapkın (muhteşem üçlü) David (Tom Cruise), evindeki bir partide  tanıştığı Sofia'ya (Penelepe Cruz) fena halde tutulur. Tamam artık hayatımın aşkını buldum kafasındayken, kendisine tutuk olan Julie'nin (Cameron Diaz) "haydi arabaya atla, bi kaçamak yapalım" teklifine ne yazık ki hayır diyemez. Araba fena bir kaza yapar ve David'in yüzü artık tanınmayacak haldedir. Yüzünü eski haline döndüreceğinin vaadini veren doktorlara kendini teslim eden David'in yaşadıkları, sadece bir ilüzyon mu acaba? Kafamı çok karıştıran bu filmden çıkardığım en güzel şey; bir kereden nolur dediğimiz yasak şeyler hayatımızı kabusa dönüştürebilir.Alın size risk!Abre los ojos filminin Amerikan çevrimi olan Vanilla Sky, Cruz'un en beğenilen performanslarından biri.

     Yine daldan dala atladım, sizler için araştırmalar yaptım, elimde ince belli bardağımla izlediğim filmleri tarihe geçirmek istedim. Umarım beğenerek okumuşsunuz. İzlediğiniz ya da izlemeyi düşünmeye karar verdiğiniz filmler varsa yorum bırakın, konuşalım! Yeni filmlerde görüşmek üzere.

4 yorum:

The Grand Budapest Hotel (2014)

10:00 merababenseda 7 Comments

büyük budapeşte oteli

     Bugün benimle renkli bir yolculuğa çıkmaya ne dersiniz? İzlediğim günden beri aklımdan çıkmayan, sizlerle paylaşmak için can attığım The Grand Budapest Hotel bugün blogumun en tatlı konuğu. Wes Anderson hem yönetmenliğini hem de senaristliğini üstlendiği 99 dakikalık filmde, hayranı olduğu Stefen Zweig eserlerinden ilham almış.

     Film, üç dönemde geçiyor. 1985, 1968 ve 1930 lar. İlk olarak bir yazarın anıtının önüne gelen genç bir kız, hikayeyi okumaya başlar. Derken, yazarın konuşmalarına ışınlanırız. Ardından yazarın 1968 yılında otelde Zero Mustafa ile tanışması ve hikayeyi ondan dinlemesine tanık oluruz. Masal içinde masal, Mustafa anlatırken de 20. yüzyılın başlarına, Anderson'un tamamen hayal dünyasından çıkmış Zubrowka Cumhuriyeti'nin Lutz şehrindeki The Grand Budapest Hotel'e uzanırız.

büyük budapeşte oteli

     Mustafa, nam-ı diğer Zero Mustafa, otelde çalışmaya yeni başlamıştır. Filmin baş kahramanı M. Gustave ise otelin daha çok zengin konuklarıyla ilgilenen bir odacıdır. Gustave'ın sevgilisi ve otelin de konuklarından olan Madame D., evine döndükten sonra ölü olarak bulunur. Bu haberi alan Gustave, yanına Zero'yu da alarak olaylarla dolu bir tren yolculuğundan sonra Madame D.'nin şatosuna ulaşır. Miras açıklanır ve sevgilisinin kendisine çok pahalı bir tablo bıraktığını öğrenir. Bunu duyan Madame D.'nin oğlu Dimitri, çok sinirlenir ve o tabloyu ele geçirmek için yapmayacağı şey yoktur.

     M. Gustave rolünde Ralp Finnes'ı harika bir oyunculukla izliyoruz. Anderson'la ilk defa çalışan oyuncu bu rolüyle Altın Küre'ye aday olmuş. Genç Mustafa rolünde de oldukça genç Tony Revolori var. O kendine bıyık çizişleri, kocaman kocaman gözleri ve esmer teniyle filme bambaşka bir hava katmış. Gelecekte kendisini bol bol izleriz gibime geliyor. Dimitri rolünde tüm karizmasıyla Adrien Brody var. Olayların akışını değiştiren yaşlı Madame D. olarak da yetenekli oyuncu Tilda Swinton karşımıza çıkıyor.

the grand budapest hotel dimitri adrien brody

büyük budapeşte oteli


     Bu karakterler dışında, çok başarılı oyuncuların hayat verdiği karakterler de var. Mesela yüzündeki lekeye rağmen Zero'yu tavlamayı başaran pastacı Agatha, Edward Norton'ın karizmasını konuşturduğu polis,  Bill Murray, Jason Schwartzman ve  Owen Wilson'dan izlediğimiz otel çalışanları.

büyük budapeşte oteli

     Filmi izlerken aklıma gelen tek şey kremalı bir pastaydı :) Gerek filmin renkleri, gerek Oscar'ı da kazanmasını sağlayan rengarenk kostümleri, gerek tek cepheden çekilen net görüntüleri ile tatlı mı tatlı bir tad bıraktı bende. Filmden sanat fışkırıyor resmen. Ben izlediğim filmi tekrar izlemem. Ama bu filmi bir daha izlemeye kesinlikle niyetim var. Hem de kremalı, çilekli bir dilim pastayla beraber! Size de bu filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum. Arşivinize eklediğiniz en güzel filmlerden biri olacağına emin olabilirsiniz. İzlerseniz ya da izlediyseniz benimle yorumlarınızı paylaşmayı unutmayın. Çok merak ediyorum düşüncelerinizi. Şimdi sizi filmle ilgili ilginç bilgilerle baş başa bırakıyorum :)

The Grand Budapest Hotel'e Dair Kısa Bilgiler
  • Wes Anderson'un Oscar kazandığı ilk filmi.
  • Film gösterime girdiği andan itibaren 163 milyon dolarlık gişe elde etmiş.
  • Wes Anderson, M. Gustave rolü için Johnny Depp'i de düşünmüş.
  • Tilda Swinton, Madame D.'nin 84 yaşındaki görüntüsüne ulaşmak için makyaj sandalyesinde saatlerini geçirmiş.
  • Filme adını veren Büyük Budapeşte Oteli, Budapeşte'de filan değil. Ayrıca öyle bir otel de bulunmamakta. Otelin dış kısımlarını gösteren sahneler maketle çekilmiş. Bu dış görünümün yaratılması için, Çek Cumhuriyeti, Almanya ve Viyana'da araştırmalar yapılmış.
  • Film, 2015 yılında 9 dalda Oscar'a aday olmuştur. Kostüm ve makyaj Oscar'larının da bulunduğu 4 adet Oscar'ı kucaklamıştır. Bunların dışında Altın Küre ve BAFTA ödüllerini de bulunduran 121 ödül, 138 adaylığı mevcut.
  • IMDb Top 250 listesinde çok haklı bir şekilde 184. sırayı kapmıştır.
büyük budapeşte oteli

görseller: tumblr

7 yorum:

Takip Ettiğim Diziler - 4

20:05 merababenseda 4 Comments

     Balkonun altından üfür üfür esen rüzgar, bacaklarıma örttüğüm battaniyem ve evde son kalan çayla demlediğim çayım yanımda, sizinle konuşmak istedim. Bolca okunan takip ettiğim diziler serisinin dördüncüsüyle devam edelim hadi.


     Dizi arayışım sırasında, kimseden de tavsiye almadan başladığım bir dizi The Big C. Hem o zamanlar daha yeni başlamıştı. Konusu da dram ağırlıklı olunca hiç düşünmeden açmıştım ilk bölümü. Başrolde benim en en sevdiğim kadın aktristlerden Laura Linney var. Bu kadının ağlarken gülmesine, gülerken ağlamasına, kahkaha atışlarına hayranım. Fevkalade bir oyuncu. Dizimize dönersek, konusu şöyle: Baş kahramanımız Cathy, eşi ve erkek çocuğuyla çok güzel bir hayat sürmektedir. Bir de dünyadaki kapitalist sisteme karşı, sokaklarda yatan, çöpten yemek toplayan erkek kardeşi vardır. En sevilen karakterlerden. İşte böyle tatlı bir hayatı olan Cathy bir gün, cilt kanseri olduğunu öğrenir. Bir süre herkesden saklasa da, sonunda kaderine teslim olur.

     Dört sezon süren dizi boyunca Cathy ölmeden ne yapmak istiyorsa onu yapıyor. Yeri geliyor eşini aldatıyor (ups!), yeri geliyor ağda yaptırıp kuş gibi hafiflemek istiyor. Zaman zaman depresif bir hasta rolüne bürünse de, çoğunlukla umut dolu Cathy. Eşiyle inişli çıkışlı bir ilişki sürdürseler de, birbirlerine çoook aşıklar. Oğlu Adam ve Cathy çoğunlukla zıt düşüyorlar. Ama Adam'ın annesiyle arasında harika bir bağ var. Erkek kardeşi çılgın Sean'ın olayları ise bambaşka boyutlarda. Sizi güldüren ama aynı zamanda ağlatabilen bir yapıya sahip. Aslında çok duygusal, naif biri. 

     En en en sevdiğim bölüm, Cathy'nin oğlu Adam'ın gelecekte göremeyeceği doğumgünleri için tek tek özenle hazırladığı hediyelerle biten -sanıyorum ilk sezon finaliydi, bölümdü. Sia'yı kimsenin bilmediği dönemlerde Lullaby adlı şarkısı çalmıştı anne oğul ağlarken. Aman allahım, o gece nasıl ağlamıştım size anlatamam. Muhteşem bir bölümdü. Son sezon 4 bölüm sürüyor ve hepsi birer film tadında, uzun sürelere sahip. Bitmesin diye izlemedim çok direndim ama, bitince bile huzur hissetirdi. Bu diziyi mutlaka ama mutlaka izlemelisiniz. Emin olun, her bölümü size çok şey öğretecek.


     Büyük heyecanla başladığım bir diziydi Revolution. İlk sezonu çok başarılıydı ama ikinci sezon fos çıktı. Sonra da bitti zaten.

     Konusu aslında kullanması çok başarılı bir konuydu. Tüm dünyada elektrik denilen şey yok oluyor. Bu uğurda verilen yaşam savaşları ve elektriğe tekrar ulaşmanın yollarını anlatıyor. Bolca ekşın, o şartlarda ne kadar olursa işte romantizm, entrika, dram içeren bir dizi. Dediğim gibi bence becerebilselerdi konu yoğurmak ve şekil vermek için çok başarılıydı. Ama yapamadılar sağolsunlar. Bu da böylece dizi tarihimde gereksiz diziler bölümünde tarihe gömüldü.

     The Big C'yi not etmeyi unutmayın.
     Öbürünü sallayın, bir cacık olmaz.

     Bugünkü yazımın ana fikirleri bunlar. İzlediyseniz ve siz de fikirlerinizi paylaşmak isterseniz yorum bırakmayı unutmayın. Kendinize de dikkat edin, havalar malum. " Yaz gelsiiiğn " diye de ağlamayın çok rica edicem. Çok şükür 4 mevsim yaşayan bir ülkeyiz, şunun bi tadını çıkarın. Şu kadarcık yağmur öldürmez. Yine de çalışan insanlarız, zor oluyor tabi ama biz ne zorlu günler atlattık. Azcık dişimizi sıkabiliriz bence. 


4 yorum:

NELER İZLEDİM #14

16:34 merababenseda 8 Comments

     Bu ara izlediğim filmler oldukça birikti. Beşlik yazılarıyla bu birikimi az da olsa eritiyorum. Kendinize de ufak notlar alabileceğiniz yazıma hemmen başlıyorum.

     Reha Erdem'in hem yönetmenliğini hem senaristliğini üstlendiği son filmi Şarkı Söyleyen Kadınlar. Büyükada'ya gidiyoruz. Ada, muhtemel bir deprem tehlikesi nedeniyle boşaltılmaktadır. Ama bu karara karşı gelip, adadaki hayatına devam edenler vardır. Mesut da onlardan biri. Yardımcısıyla beraber oldukça sıkıcı bir hayat sürerken, hasta oğlu Adem şehirden kalkıp baba evine gelir. Bu arada evin yardımcısı (Binnur Kaya), ormanda kimsesiz bi kız bulur. Mesut'un arkadaşı yaşlı doktor, bu kimsesiz kıza evini açar. Film bu karakterler etrafında dolanıyor. Aa bir de Adem'in karısı var, Aylin Aslım. Oyunculuğu çok kötüydü. Adem karakterini oynayan Philip Arditti de biraz tiyatro oyunculuğuna kaçmıştı. Onun dışında tek söyleyeceğim, ben bu filmden hiç ama hiçbir şey anlamadım. Beni çok aştı. Ama güzel bir şeyler anlattığı kesin. Binnur Kaya için izlenebilir.

     Evde "do you wanna build a snowmaaan?" diye diye dolanan kızkardeşimin ısrarlarına dayanamadım ve iki Oscar'lı (en iyi animasyon ve en iyi şarkı) Frozen'la nihayet tanıştık. Arendelle krallığı, kraliçeleri Elsa'nın lanetli gücü yüzünden sonsuz bir kışa teslim olmuştur. Bu yükü daha fazla kaldıramayıp, sarayı terkeden Elsa'yı bulma görevi de kardeşi Anna'nındır. Çünkü bu laneti yine ortadan kaldıracak olan Elsa'dır. Anna'nın yanında bir dağ adamı Kristoff ve onun sadık geyiği Swen vardır. Sonra onlara dünya tatlısı Olaf da katılır. (En sevilen karakterlerden biri Olaf). E tabi bu yolculuk kolay olmayacaktır. Kara kış izlerken bile insanı üşütüyor :D Çok samimi, eğlenceli bir animasyon. Favorim Anna! Dünya çapında 1 milyar doları aşan gişe hasılatı bulunan Frozen, ülkemizde de 1,1 milyon kişi tarafından izlenmiş. E hadi açın bir Let it go dinleyin. Filmi izlemeyi de unutmayın.

     Pek bana göre olmayan, ama kötü olmayan filmlerden biri Snitch. 18 yaşındaki oğlu, arkadaş kurbanı olup evinde bir paket uyuşturucuyla bulunan John, oğlu için her şeyi yapmaya hazırdır. Avukat (Susan Sarandon), bu şebekeyi çökertmelerine yardım ederse, oğlunu hapisten çıkaracağını söyler. Adam da napsın işte, kabul eder. Kendisine ait bir lojistik şirketi bulunan John, işyerinde gözüne kestirdiği, uyuşturucu kartelleriyle daha önceden ilişkisi bulunan Daniel'i de yardım için ikna eder. Oldukça aksiyon dolu bir plana başlarlar. Beylerin çok daha keyif alacağını düşündüğüm bir film. Başrollerde Dwayne Johnson, Barry Pepper (karizması öldürüyor), Jon Bernthal var. 2013 yapımı film 112 dakika.


     Bu filmi nasıl daha önce keşfetmemişim ben, inanamıyorum. The Kids Are All Right, 2010 yapımı ve benim en sevdiğim oyuncuları (Mia Wasikowska , Julianne Moore, Mark Ruffalo) buluşturan bir film. Lezbiyen bir çift olan Nic ve Jules, zamanında yapay döllenme ile iki çocuk sahibi olurlar. Büyüyüp de babalarını merak eden çocuklar, kendisine ulaşırlar. Anneleri ilk başta karşı çıksa da, adamı eve davet ederek daha iyi tanımak isterler. Her şey buraya kadar gayet normaldir. Bahçe işlerine ilgi duyan Jules'e, baba Paul'den kendi bahçe düzeniyle de ilgilenmesi için teklif gelir. Bu iş sürecinde Paul ve Jules arasında çok dehşet şeyler olur! Digitürk bu kısımları kesmiş hep :D Aman diyim ebeveynlerinizle filan izlemeyin, kestiklerine göre pek iyi şeyler değil :D Filmden çok keyif aldım, hiç sıkılmadım. Tam bir pazar sabahı filmi. Mutlaka izleyin. Unutmadan, filmin 4 Oscar adaylığı var.

     Beni gerilimlerden gerilime sürükleyen bir film daha. No Country For Old Men (Yaşlılara Yer Yok). 2007 yapımı filmin başrol oyuncuları Javier Bardem, Josh Brolin, Tommy Lee Jones; yönetmen ise Coen kardeşler. Konusu şöyle: İçinde iki milyon dolar bulunan bir çanta bulan Llewelyn, çantayı alır ve yaşadığı yeri terkeder. Karısını da annesine gönderen Llewelyn, paranın peşinde olan psikopatlar psikopatı Anton'dan bucak bucak kaçar. Javier Bardem gerek saç kesimi, gerek yüzündeki o ifadesizlik, gerek sakin duruşuyla on numara bir psikopatlık çıkarmış ortaya. O kadar iticiydi ki size anlatamam. Elinde o kendine has özellik taşıyan değişik silahının bulunduğu sahnelerde aşırı gerildim. Bu rolüyle zaten Oscar'ı kucaklamış. Çok çok çok iyi bir film. Zaten IMDb Top 250 Listesi'nde de 171. sıradan kendisine güzel bir yer kapmış. Filmin toplam 8 Oscar adaylığı bulunuyor.

     Umarım keyifle okuyup, izlenecek filmler listenize bikaç film eklemişsinizdir. Yorumlarınızı bekliyorum. Keyifli bir gününüz olsun.



8 yorum:

Mim - Romantik Komedi Tavsiyesi

14:00 merababenseda 6 Comments


     Bayanlar baylar, toplaşın. Bu mimde sizlere, sevgiliniz/kocanız/karınızla izleyip romantik anlar yaşarken bi yandan da içtiğiniz içeceği gülerken püskürtebileceğiniz filmleri anlatıcam. Rezil olamam kimseye, hem ben kendime yeterim diyenleriniz varsa, onlar da okusun. Sonuçta, bekarlık da sultanlık. Önce Its Us Giz Cis blogunun sahiplerinden Çisem'e güzel yazısı ve mimi için teşekkürlerimi edip, hemen filmlere geçiyorum.

bedazzled filmi

     2000 yapımı Bedazzled, benim çok güldüğüm filmlerden. Başrollerde Brendan Fraser ve Elizabeth Hurley var. Hayatta oldukça pasif, ezik biri olan Elliot'un karşısına bir akşam Şeytan rolünde izlediğimiz Elizabeth çıkar. Kendi hayatına karşılık, 7 tane dilek dilemesini ister. Böylece Elliot 7 bambaşka karakterde karşımıza çıkar ve aşık olduğu kadını etkilemeye çalışır. Çok eğlenceli, size bol kahkaha attıracak, hiç sıkmayan bir film.

uzatmalı nişanlım

     Benden romantik komedi film önerisi isteyen herkese bahsettiğim film var sırada. The Five-Year Engagement (Uzatmalı Nişanlım). How i met your mother'dan sevdiğimiz Jason Segel ve güzeller güzeli Emily Blunt başrollerde. Uzun yıllardır nişanlı olan çiftimiz, evlilik için bir türlü adım atamamaktadır. Kardeşleri bile evlenir ama onlarda tık yok. E tabi haliyle arada da sorunlar, belki ufak kaçamaklar ilişkiyi yıpratmaktadır. Segel ve Blunt çok başarılı bir çift olmuş. Özellikle Jason Segel'in sahneleri çok komik. Ketçaplı mayonezli bir sahne var ki evlere şenlik :D

ruby sparks filmi

     Tekrar tekrar izlenesi filmlerden biri daha. Ruby Sparks. Genç yaşına rağmen yazarlıkta başarı kazanmış Calvin, sıkıntılı bir dönemden geçmektedir. Bir gün Ruby isminde bir karakter yaratır ve yazmaya başlar. Ertesi gün Ruby'yi kanlı canlı koltukta otururken görür ve macera başlar. Bu filmi aslında çok kişi bilmez. Ama ben okuyucularımı mahrum bırakmak istemedim. Arşivimdeki en başarılı, en film gibi filmlerden.

spanglish filmi

     Paz Vega'yı keşfettiğim film Spanglish. Filmi yıllar yıllar önce Cnbc-e de izlemiş ve o yaşıma rağmen etkilenmiştim. Ne içli bir ergensem artık :D Paz Vega, kızıyla birlikte daha iyi bir hayat yaşamak için Meksika'dan Los Angeles'a gelir. Burada Adam Sandler ve ailesine temizlik işlerinde yardım eder. Hem ikinci bir dile alışmaya, hem ayakta durmaya, hem de evin reisi Adam Sandler'a karşı koymaya çalışan yalnız bir annenin başına gelenler. Keyifli bir filmdi. Adam Sandler'ı komediden koparmayan ancak biraz da drama yaklaştıran başarılı bir film.

     Benim de çok güzel önerilerim var, mutlaka herkes görmeli diyen blogger arkadaşlarımın hepsini mimliyorum. Öneri okumak kadar keyifli bir şey yok. Yaparsanız, yazınızın linkini aşağıya bırakmayı unutmayın. Keyifli haftasonları :)





6 yorum:

Ne Okuyorum

10:00 merababenseda 4 Comments

sana gül bahçesi vadetmedim

     Merhabalar! Nisan ayında Kitap Ağacı olarak Sana Gül Bahçesi Vadetmedim kitabını okuyoruz. Eğer senin de kütüphanende varsa, okumaya bir türlü fırsat bulamıyorsan, güzel bir bahane olabilir kitabı eline alman için.

     Biz çok kalabalığız, okudukça büyüyoruz. Instagram'da Kitap Ağacı olarak aratıp, bu güzel kalabalığa dahil olabilirsin. Ben başladım bile Joanne ile muhabbete!

4 yorum:

The Addams Family 1-2

10:00 merababenseda 4 Comments


     Sizi bugün Addams Ailesi ile tanıştırıcam. İlk başta biraz çekinebilirsiniz. Ama sonra, eminim siz de benim gibi çok seviceksiniz onları.

     The Addams Family (1991) ve Addams Family Values (1993) olmak üzere iki seri üzerinden tanıyoruz aileyi. Filmin yönetmeni Barry Sonnenfeld. Aslında bence tam bir Tim Burton filmi ama, Barry amcamız da iyi iş çıkarmış. Başroller ise enfes. Şöyle sırayla bakacak olursak:

  •  Raul Julia. Baba Gomez Addams rolünde. Karısına çok çok aşık, tutkulu bir eş. Erkek kardeşine çok düşkün. Aile içi sorunlarda hemen depresyona giriyor.
  • Anjelica Huston. Anna Morticia Addams rolünde. Bir insan bir role bu kadar yakışır. İdolümsün Morticia. Çok sakin bir anne. Eşini Fransızcasıyla hipnoz edebiliyor. Her fırsatta birbirlerini delice öpüyorlar. Çok aşıklar çok!
  • Christina Ricci. Evin kızı Wednesday Addams. Sanırım herkes tarafından en sevilen ve kabul gören karakter. İki film boyunca hiç gülmüyor. Kardeşi üzerinde ölümcül deneyler yapmayı seviyor.
  • Jimmy Workman. Evin küçük şişman oğlu Pugsley Addams. Wednesday'e göre daha insancıl. Pek sesi çıkmıyor.
  • Christopher Lloyd. Amca Fester Addams. Yaklaşık 25 yıldır aileden uzak, ama Addams ailesinin tüm varlığı aslında kendisine ait olan amca. Ailesine O da çok düşkün. Back to the Future filmlerinin doktoru olarak izlediğimiz Lloyd yine harika oynuyor.

     Bu beş karakter iki filmin de esas kahramanları. Yan karakterler de bir o kadar başarılı.

The Addams Family (1991)

     Ben bile daha doğmamışken çekilen film, 99 dakika. Addams Ailesi, 25 yıldır ortalarda görünmeyen Amca Fester'ı bulmak ister. Onların maliye işleriyle uğraşan Dan, bir gün işyerinde bir anne oğulla tanışır. Çocuk, amca Fester'a aşırı çok benzemektedir. Eğer Fester'ın yerine geçerse, hayal edemeyecekleri kadar çok paraları olacağını söyleyen Dan, anne-oğulla bir anlaşma yapar. Ve artık Amca Fester, Addams Ailesi'ndedir.


     İlk filmde aileyi kafalama, parayı ele geçirme üzerine planları izliyoruz. Ama filmi bu kadar başarılı yapan yalnız bu değil. Ailenin saçmalığı :D Mesela, yemek yiyorlar. Anna Morticia kızına "yemeğinle oynasana" diyor. Yemek de hareketli bi şey :D Küçük kız, kardeşini elektrikli sandalyeye bağlıyor. Anne görüp naptıklarını soruyor. Kız "Oyun onuyoruz. Adı da Tanrı var mı?" :D Böyle çılgınlar çılgını bir aile. Tabii bir de Thing var. Kendisi bir el. Evet yanlış duymadınız, bir el. Evde, dışarda, orda burda pıtır pıtır dolanıyor. Bazen insanı gerebiliyor, unutmadan ekliyim.

Addams Family Values

     Bu filmi ilkinden daha çok sevdim. Çünkü benim aşkım Joan Cusack oynuyor. Hem de para delisi, evlendiği zengin kocalarını gerdek gecelerinde öldüren bir dadı rolünde. Bu sefer de ağına düşürdüğü Amca Fester. Bakalım öldürücek mi zavallı adamcağızı. Wednesday ve Pugsley aslında dadının kara dul olduğunun farkına varır ama dadı Debbie onları zorla kampa yollar. Aa bi de aileye yeni biri katılıyor filmde. Bebek Addams. Dehşet konular çıkmış bebekten :D Bi de boyamışlar kaş, bıyık. Aşırı tatlı.


     İlk filme göre daha sosyal olarak izliyoruz aileyi. Mesela çocuklar yaz kampına gidiyor. Anne baba amca dadı yemeğe çıkıyolar vs. Çılgınlıklar yine devam ediyor. Anneyle baba dışarı çıkarken dadıya acil numaraları veriyor. Morgun numarası filan var :D Annenin bi de doğumdaki hallerine çok güldüm. Kız senin sakinliğini yerler.

     Addams Ailesi aslında 1960lı yıllarda meşhur bir diziymiş. Bizde de çok sonraları yayınlanmış yakın geçmişte. Okuduğum yorumlara göre 90lılar değilde 80liler bolca izlermiş sabah okula gitmeden. Seriyi ve diziyi bilenler bir Beetlejuice havası almışlar. Valla ben de aldım. Tam olmasa da yine o tadda.

     İzlerken evlerine hayran kaldım. Aşırı kasvetli olmasının yanında oldukça da büyük bir evdi. Zamanında 100,000 dolara yaptırılmış diyolla. Diğer dedikodulara göre de baba rolünü AnthonyHopkins geri çevirmiş. Anne rolünü de Cher çok oynamak istemiş ama Anjelica Huston'a kaptırmış. 


     Film ile ikona dönüşen bence o otoban genişliğindeki alnıyla Wednesday, yani Christina Ricci. O yaşında harika oynamış. Tam bir psikopattı. Bi google dan bakın,dehşet replikleri var :D

     Yani efendim o kadar yazdım, diyeceğim o ki ölmeden önce bu çılgın aileyle bir tanışın. Bu kadar absürd olmalarının yanında aslında tek dertlerinin sevmek, aile olmak olduğunu görünce kanınız kaynayacak. Öyle de naif bir yanları var yani. Listeye eklemeyi unutmayın. İzlerseniz ya da izlediyseniz yorum bırakın. Çok mutlu olabilme ihtimalim var :)

     

4 yorum: