31122014

21:31 merababenseda 0 Comments

kitap



     En yakın kız arkadaşla tüm gün dolanıp, mis gibi parfümler keşfedip, kırmızı rujlara tekrar aşık olup, gelecek yılbaşılarımızın hayallerini kurup, ışıl ışıl bir veda bizden 2014'e. Geçen yılbaşında çektiğim üçlü bir kitap kombosu da, senemi özetlesin. 2015'ten tek dileğim sağlık. Sizin de tüm dilekleriniz kabul olsun, bana da yollayın güzel dilekler arada. Bol bol da uğrayın buralara, beraber filmler, kitaplar keşfedelim. Ben şimdi gidip koca bir demlik çay demleyip, 2015'i karşılayacağım. Hoşgelsin!

0 yorum:

The Terminal (Terminal) (2004)

12:00 merababenseda 2 Comments

the terminal

     Tom Hanks ve Steven Spielberg severleri buraya alabilir miyiz? Teşekkürler. 2004 yapımı 128 dakikalık The Terminal'ı kulağımda Coldplay-Magic varken size anlatmak büyük mutluluk. Yönetmenliğini Spielberg'in yaptığı filmde, Tom Hanks'e eşlik edenler Catherina Zeta-Jones ve Stanley Tucci.

tom hanks     Krakozya adlı ülkesinden Amerikaya gelen Viktor Navorski uçaktayken ülkesinde devrim olur. Ve maalesef pasaportu geçersiz sayılır, ülkeye alınmaz. İngilizcesi oldukça kısıtlı olan Viktor'a ülkesinde savaş çıktığı anlatılmaya çalışır, geçici bir süreliğine havaalanının alışveriş yapılan bölümünde kalıp bekleyebileceği söylenir. İşte öyle böyle derken 9 ayını havaalanında geçiren göçmen Viktor'la bu sürede yaşadıklarını izliyoruz. 

tom hanks     Krakozya, Spielberg tarafından yaratılan bir ülke. Doğu Avrupa taraflarından. Filmin en sevdiğim yanlarından biri, Tom Hanks'i tamamen göçmen sıfatına bulayan o tarifi mümkün olmayan aksanlı dili. Yan tarafta gördüğünüz sahne, ahh o sahne. Çıkmıyor aklımdan, böyle bir oyunculuk olamaz. Viktor'u eline bikaç yemek fişi tutuşturup duty free lerin orda bırakırlar. Plazmalarda ülkesinin adını ve savaş görüntülerini görür. Oraya buraya sesini açın diye bağırır, yardım ister, senin saflığını yerim ben. İşte bu sahne orası. O çaresizliği dibine kadar yaşadı, yaşattı. Enfes bir sahne. 
     Gerçek bir hikayeden esinlenilmiş filmde. Zaten zaman zaman karşımıza çıkan bir durum. Havaalanında staj yaptığım zamanlar ben bile şahit olmuştum, belki de o yüzden filmi daha çok sevdim. 9 ayını orda burda geçirir, kendisine küçük de olsa bir yaşama alanı yaratır, iş bile bulur Viktor. Burda bir eleştirim var, 9 ayın geçtiği pek inandırıcı olmadı. Sanki 1 ay geçti gibi oldu. Yani süreyi inandırıcı kılacak bir unsur isterdim. Bir anda 9 ay geçti dediklerinde havada kaldı.

     Bu sürede İngilizcesini geliştiren Viktor, bir de aşık olur! Burda devreye Catherine abla giriyor. Hostesimiz. Ama filme hiç olmamış. Hem kişi hem karakter olarak. Zaten karakter lanet, en nefret ettiğim kadın tipi de neyse. Çok saldırmayayim. Havaalanının güvenliğinden sorumlu olan Stanley Tucci ise Viktor'la uğraşmaktan bıkar, kaçmasını ya da başka yasadışı işler yapıp başından gitmesini ister. Onun da uğraşlarını izliyoruz.

tom hanks


     Filme romantik komedi denmiş ama romantik denemez bence. Komik mi, evet. Kahkaha attırıyor. Film için JFK havaalanı haricinde bir model havaalanı inşa edilmiş. Orada da çekimler yapılmış. IMDB'de bunun dışında çok ilginç bilgiler edindim. Bir sahnesinde kruvasanın nasıl keşfedildiğinden bahsediliyordu. Meğer ucu biz Türklere dayanıyormuş. Hilal şekli de bayrağımızdaki hilalden geliyormuş. Neyse efendim, filmde oldukça fazla devamlılık hataları, set arkası çalışanlarının görülmesi vs gibi hatalar bulunmakla birlikte, aşırı bir reklam da söz konusu. Burger King ler Starbucks lar havada uçuşuyor.

     Hintli temizlik görevlisinin akrobatik hareketleri oldukça güldürme garantili. Zoe Saldana'yı görmek de güzeldi. Bazı sahneler zorlama olsa da (Hintli amcanın uçağı durdurması aşırı zorlamaydı), Tom Hanks'in nefis oyunculuğu için izlenesi bir film. Dediğim gibi, o ağladığı sahneye dikkat! 

the terminal


     61. Venedik Film Festivali'nin açılış filmi olan The Terminal'in hasılatı da başarılı. IMDB puanı 7.3, Rotten Tomatoes puanı ise 61. Amerika'ya girişin ne denli zor olduğuna hafif dokundurtan film, Tom Hanks'i farklı bir dille, nefis bir oyunculukla izlemek isteyenlere şiddetli önerimdir. Spielberg'den bahsetmiyorum bile. Adam ne yapsa olmuş. Sözü filme bırakıyorum. İzlerseniz konuşalım.

tom hanks
Tom Hanks'ler ölmesin

2 yorum:

Dans la maison (Evde) (2012)

12:00 merababenseda 4 Comments


     Françoiz Ozon'un 105 dakikalık gizem/gerilim türündeki filmi bugün çayınıza eşlik etsin istedim. Film, Fransız yapımı. Benim çok sevdiğim ve kesinlikle sinemaya yakışan karakteristik bir yüzü olan Kristin Scott Thomas, Fabrice Luccini, Ernst Umhauer filmin başrol oyuncuları. Bu arada söylemeden geçmeyelim; Thomas, aslında İngiliz, ancak daha çok Fransız yapımlarında harika bir Fransızca ile kendisini görmek mümkün. 

     Germain, bir lisede edebiyat öğretmeni. Karısı da bir resim galerisi sahibi. Germain'in tek derdi öğrencilerine(öğrenen demeyi tercih ediyorlar), kaliteli bir edebi kültür kazandırmak. Öğrencilerinden haftasonlarının nasıl geçtiğini anlattıkları bir ödev hazırlamalarını ister. Oldukça boş ve sıradan ödevlerin arasından Claude'in ödevi ilgisini çeker. Karısı ile de paylaşır.



    Claude ödevinde sınıftaki arkadaşının evine misafir olduğunu ve orada yaşadıklarını anlatır. Ancak bu kadarla sınırlı değil. Ödevin sonu "devam edecek" ile biter. Hayli heyecanlanan Germain, Claude ile yakından ilgilenmeye başlar. Kendi gerçekleştiremediği başarılı roman yazma eylemini Claude üzerinde gerçekleştirmek duygusuna kapılır.
     Claude, arkadaşının evinde ders çalışmanın dışında keşif yapma amacıyla bulunur. Yazdıkları hep bu evde ve evin bireyleri arasında geçmekte. Sınıf arkadaşı Rapha, işkolik baba ve dekorasyona meraklı oldukça güzel anne Esther. Film, tamamen gözetleme, başkalarının hayatını merak etme üzerine başarılı çözümlemeler yapmış. Özellikle en son sahneye dikkat! 

     Filmde bazen hangisi gerçek hangisi hayal ürünü acaba diye düşündürücü ögeler mevcut. Gerilimi yaratan sahneler de buralardan çıkmış zaten. Gerilim derken, hafif bir gerilim olduğunu düşünüyorum. Ama gerildim mi? Gerdin valla Françoiz.

     Claude kesinlikle çok iyi bir oyunculukla yansıtılmış. Sarışın çocuğun bakışları, sinirlenişi hatta gülüşü bile beni rahatsız etti. Ama hep yazsın istedim, hep bir sonraki sayfayı merak ettirdi yazdıkları. Germain ise çocuğa göre daha pasif, çünkü onun kadar başarılı bir yazı geçmişi yok. Bunun farkında. Claude'in yazmaya devam etmesi için elinden gelen her şeyi, hatta yasak şeyleri bile yapmaya hazır. 

     Anne Esther'i pek sevemedim.Ama aynasının önünde Clarins'in ürünlerini görmek benim gibi kozmetik delisi için güzel bir ayrıntıydı.(filmden yakaladığım ayrıntıya bakın). Hadi ama kızlar, hangimiz bayanların aynalarının önünü, sürdüğü ruju merak edip ekstra bir kitlenmiyoruz ekrana?



     Favorilerim Germain'in karısı Jeanne ve çocuk Rapha. Filmde birkaç yerde yönetmenin bazı göndermeler yaptığını okudum, ancak gönderme yapılan kitap ve filme vakıf olamadığım için burda anlatmak istemedim. Ama göndermeleri genel olarak sanatta, özellikle sinemada seviyorum. Teşekkürler Françoiz! Müziklere gelirsek, tırmanan bir müzikle gerilimi yakalamışlar. Başarılı müziklerdi. Ancak bir ikizler sahnesi vardı ki aman allahım, o müzik resmen filmi silip atıcaktı, o kadar olmamış. Yani eğer izlerseniz bana hak vereceksiniz.

     Sonu ile ilgili yine çok muallak yorumlar var ancak bana göre olmamış. Yani çok kötü değil evet ama, hani hafif tırmanan bir gerilimle devam edince şöyle çaat diye vurucu bir son isterdim. Olsun, bu da güzeldi. Filmin başında öğrencilere üniforma zorunluluğu getirerek farklılıkları önleyip, eşitlik yaratmak isteyen okul müdürüne rağmen, aslında her insanın, her evin bambaşka olaylarla çevrili olduğunu da gözümüze sokan film; başkalarının hayatını bu denli merakın sonuçlarını da gözler önüne seriyor. 



     Eleştirmenlerden oldukça iyi dönüşler alan film, ülkemizde sınırlı sayıda salonda yer bulurken, 32. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde de seyircisiyle buluşmuş. 2012 yılında da San Sebastian Film Festivali'nde Altın İstiridye ödülünü kapmış. Tabi bunun dışında 9 ödülü ve birçok adaylığı da bulunan filmin IMDB puanı 7.4, Rotten Tomatoes puanı ise 89. Edebiyatla iç içe filmleri severseniz -ki ben çok severim, Fransız filmlerine de bir sempatiniz varsa, kaliteli bir gerilim filmi size önerim. 

     

4 yorum:

NELER İZLEDİM #2

12:00 merababenseda 0 Comments

     Keyifli pazarlar! Bugün yine bir 5 film daha konuşacağız. Çok çok beğendiğim ve mutlaka izlemenizi istediğim filmlere özel post hazırlıyorum. Bu beşlikler yani öyle arada derede kalmış, çerezlikler, belki de oldukça lanet filmler olacak. Her hafta kontrol etmeyi unutmayın! Hadi bu haftanın filmlerine başlayalım.


   The Education of Little Tree'yi Türkçeye çevirmeye gönlüm razı olmadı vallahi. Ama filmi izleyince biraz daha mantıklı oluyor. Kızılderililer çocuklarına nesne adı verirlermiş. Vaov, ilginç! Her neyse; bizim Küçük Ağaç, annesi ve babası peş peşe öldükten sonra, dedesi ve babaannesi ile yaşamak için dağlara ovalara çıkar. Kızılderili geleneklerini, okumayı yazmayı, viski yapmayı bile öğrenmeye başlar. Kitaptan çevrim bir filmmiş. Aslında kitabını okumayı tercih ederim. Küçükken böyle kitapları aşırı severdim. Belki okumayı istediğim binlerce kitabın arasından bir ara fırsat bulurum. Çok sıcak, çerezlik bir film. 2 saatlik de uzun bir süresi var. IMDB puanı 7.2, Rotten Tomatoes puanı ise 59.




    Trading Places 1983 yapımı 2 saatlik bir film. Başrollerde Eddie Murphy ve Dan Aykroyd'u izliyoruz. Dan, bir şirkette önemli bir pozisyonda oldukça çalışkan bir çalışan. Eddie ise sokaklarda sakat rolü yapan bir dilenci. Dan'in iyi huylu, yalan söylemeyen hallerinden bıkan patronlar onun daha dişli bir çalışan olmasını isterler. Derken işte Eddie ile yerlerini değiştirirler. Biri artık daha iyi biri olurken, diğeri eski yerine geçmek için çirkinleşir. Yine çerezlik bir film. Yalan da söylemiyim, odamın tozunu alırken bi yandan da filmi izledim. Çok da eğlenmedim. Tek sevdiğim yanı Jamie Lee Curtis'in gençlik hallerini görmek oldu. IMDb puanı 7.5, Rotten Tomatoes puanı ise 88.




     Bu beşlikte en sevdiğim film bu oldu sanırım. Çünkü Robbin Williams'ı en şeker izlediğim filmlerden. Oynadığını bilmiyordum, görünce acayip mutlu oldum. 1995 yapımı 103 dakikalık bir film. Başrollerde Hugh Grant ve Julianne Moore olan filmin yönetmeni Harry Potter'ın ilk iki filmine ve Evde Tek Başına serilerine de yönetmenlik yapan Chris Columbus. Bu tatlı sevgililer, beklenmedik bir hamilelikle ilişkilerinde sorunlar yaşarlar. Ay ben baba olamam, sen benim çocuğuma baba olamazsın tripleriyle geçen bir film, ama itiraf ediyorum, tatlılardı! Robin Williams, Rus (çok keyifliydi) bir doktor. Daha önce sürüngenlerin hamileliği üzerine çalışmış, insanlar üzerinde deneyimi yok! Kahkaha garanti. Alın size pazar filmi. Puanlar; IMDB 5.4 ve Rotten Tomatoes 28. Niye bu kadar düşük anlamadım. Siz onlara bakmayın.


     Wayne's World. Bu filmden sıfır keyif aldım. Ama en komik filmler listelerine girmiş, ödüller almış. Ya ben zaten bu blogu açtıktan sonra anormal bir beğeni skalasına sahip olduğumu kabul ettim. Film 1992 yapımı 95 dakika. İki kafadar evlerinin bodrum katında bir eğlence programı yaparlar. Tamamen kendi imkanlarıyla. Derken birileri keşfeder, kanalla anlaşma yaparlar. Ama tabi bazı kısıtlamalar, sponsor muhabbetleri iki kafadara göre değildir. Sanırım tek güldüğüm yer reklam yaptıkları yerdi. Wayne çok itici bir tipti bence. Hiç hoşlanmadım resmen ya. Yolda görsem yolumu değiştiririm, bunun üzerine gülemedim kusura bakmasınlar. Keşke toz alırken bunu izleseymişim. Ama tabi ortada maddi deliller var. Çok komik diyorlar. Bi izleyin. IMDM den 7, Rotten Tomatoes'tan 85 almış.


     Kızlar, yaklaşın. Hugh Dancy var! 2009 yapımı 100 dakikalık farklı bir film. Adam, asperger sendromuna sahip, yakışıklı (Allah çarpar), zeki bir genç. Yaşadığı apartmana Beth isminde bir anasınıfı öğretmeni taşınır. Kısa zamanda aralarında uzaktan da olsa bir arkadaşlık başlar. Kız tabi öğretmen olmasının da verdiği bir şefkatle Adam'a yardımcı olur. Sevgili olurlar. Burada şaşırdım biraz aslında. Kendimi Beth'in yerine koydum. Öyle biriyle yapabilir miydim diye. Zor bir durum tabi ki. Ama Adam'ı o gömleklerinin üstüne giydiği kazaklarla, o çocuksu halleriyle sevmemek mümkün değil. Müzikleri çok güzeldi. Shazam sağolsun güzel keşifler yaptım. Film, pazar sabahı filmi olmasa da, cumartesi akşamı filmi olabilir. (o nasıl oluyorsa) Biraz eksikleri olsa da mutlaka bir şans verin. Değişik bir film. IMDM den 7.3, Rotten Tomatoes'tan 64 almış Adam.


     Bu haftanın beşlikleri bunlardı. İzlediyseniz ya da izlerseniz konuşalım. Çay da içeriz!



0 yorum:

Düş Kırgınları - Mehmet Eroğlu

12:00 merababenseda 0 Comments


     Mehmet Eroğlu ile ilk buluşmamız. Uzun zamandır merak ettiğim bir yazardı. Kütüphaneden ufak bi araştırma ile iki kitabını buldum ve hemen kaptım. Bulunca tabi çocuk gibi sevinmeler falan. Şuan iyiyim.

     Kahramanımız Kuzey. Orta yaşlarında, hatta belki biraz daha yaşlı. Zaten başına gelenler hep bu yaşı yüzünden ya, neyse. 12 Mart olaylarından sonra ülkeden ülkeye sürülen yıllardan sonra Karaburun'a yerleşen Kuzey, zor günlerde hep birlikte olduğu Sami ile bir otel işletmeye başlarlar. Otel havasını sevdim. Akşam ışıklara,manzaraya karşı masalarda bira yudumlamaları içimi nedensizce hoş etti.

     5 yıl ara farkla Kuzey'in yaşadıklarını okuyoruz. Bazen Kuzey'in, bazen etrafındakilerin ağzından. 5 yıl önce otelde tanıştığı Şafak'la yaşadıklarından sonra, hem kendi içinde hem insanlarla büyük bir boşluğa düşüyor. Boşluğu içki ile dolduran Kuzey, pişmanlıklar ve hayattan vazgeçme isteği ile yaşıyor. Kahvaltı bile yapmak istemeyen bir adam, o derece.

     İlk başlarda Kuzey'in yaşadığı bu derece boşvermişliği hiç sevmedim, ısınımadım. Kafamda oturtamadım o kahvaltıyı bile içkiyle yapma isteğini. Sayfalar ilerledikçe, yaşadıklarına tam anlamıyla hakim olduğumda bir vay anasını dedim. Hele o pişmanlık hissi, beni bitiren nokta oldu. Çünkü en dayanamadığım his bu sanırım: Pişmanlık. Bu yüzden hep anılarda yolculuk yaptı Kuzey. Zaten hangimiz yapmıyor ki? Bana mesela bazen bir koku, bezen önünden geçtiğim bir kafe çok çılgın yolculuklar yaptırıyor. Etkisi de sağolsun uzun sürüyor. Kuzey de hep o anları aradı elinde birasıyla. 

     Aşk mı, sevgi mi? sorularına cevap aradı kadınlarla beraber. Cevabı hep buldu, bunu biliyorum, ama cesareti yoktu. Karşısındaki kızın pişman olmasından korktuğu için kendisi pişman oldu. Merhaba acımasız dünya!

    Eroğlu'na gelecek olursak, anlatımını beğendim. Başta korktum, ağdalı bir anlatım bekledim sanırım. Politikaya da bulaşacak sandım. Korktuğum gibi olmadı. Ama bir nokta var, diyaloglarda cümleleri kimin kurduğunu anlamadığım zamanlar oldu. 'dedim' ya da 'dedi' gibi ipuçlarını aradığım yerler çok oldu. Anlatıma dair tek eleştirim bu. Onun dışında çok tadında, tatlı bir anlatımdı. En sevdiğim de, kelimelere yüklediği farklı anlamlar. Bunu yapan yazarları nedense çok seviyorum.Mesela; keşke. "Keşke! İçine erkeğini, hayatını değiştirme isteğini ve pişmanlığını sıkıştırdığı tek sözcüklü cümle." Mesela; geldim. Her şeyi özetleyen uzun bir cümle demiş kendisine. Sevilmez mi?

     Kitap belki kitaplığınızda uzun zamandır sizinle bakışıyor, belki kütüphanede arada bir göz göze geliyorsunuz. Hadi bi okuyun, seveceğinizi düşünüyorum. Sonra gelin, konuşalım.

     

0 yorum:

Estomago: A Gastronomic Story (Estomago: Bir Gastronomi Öyküsü) (2007)

12:00 merababenseda 2 Comments

 
     Bugün bol acıktırmalı bir filmden bahsedelim mi ne dersiniz? Çaylar hazırsa başlıyorum. Filmimiz Brezilya-İtalya ortak yapımı 113 dakikalık nefis bir film. Başrollerinde Joao Miguel ve Fabiula Nascimento olan filmin yönetmeni Marcos Jorge.

     Kahramanımız Nonato, köyden indim şehire tadında, cebinde beş kuruşu yokken tesadüf eseri kenar mahalle restorantının birinde aşçı olarak işe başlar. Derken bir gün ünlü bir restorant sahibi bol göbekli bir adam, kendisinin enfes yemek yaptığını fark eder ve Nonato'yu kendi iş yerine transfer eder. O aralarda bir hayat kadını ile tanışır. Kendine bir şekilde bir yol çizer. Filmde  Nonato'nun hapishanedeki hallerini de paralel olarak izlemekteyiz.




    Nonato, aslında saf gibi duruyor ama kibirli. Çok da yetenekli. Kendisinin farkında. Bunu özellikle hapishanede çok iyi kulanıyor. Tanıştığı hayat kadını ise aslında yemeğe, seksten daha düşkün. Bu adam bu tipiyle nasıl tavlamış bu kadını derseniz, cevabı çok basit. Adam harika bir aşçı. Ya beni bile acıktırdı yemin ediyorum. Kadın da zaten bir yemek yiyor ki görmeniz lazım, O tavuk köftesinden buralarda bir yerde satmaları lazım, acayip canım çekti. Bi de üstüne acı sos döktü de yedi allahsız kadın!

      Nonato'nun mapuslara nasıl düştüğünü film ilerledikçe öğreniceksiniz. Benim en sevdiğim sahneler zaten bu hapishane sahneleriydi. Aman allahım o nasıl bir karınca yemeği, o nasıl bir açlık hali, o nasıl bir yemek yapma aşkıdır. Hayretler içerisindeyim. Bi ara hapishane ağasının, bizim Nonato'ya bi işi düşüyor. Sevip saydığı bir grup için güzel bir ziyafet sofrası hazırlamasını istiyor. İşte aslında bence filmin en üst noktalarına çıkılan bölümler buralardı. Yine paralel şekilde tabi. Spoiler vermek istemiyorum. Bu konuyu kapatalım.

     2008 Berlin Film Festivali'nde de yer alan film, ülkemizde 2010 Ankara Film Festivali'nde seyircisiyle buluşmuş. 27 ödülü ve bir çok da adaylığı bulunan film; IMDB'den 7.7, Rotten Tomatoes'tan da 85 almış. Oldukça kaliteli olan bu filmi keyifle izleyeceğinizi garanti edebilirim. Süresine aldanmayın, 2 saat nasıl geçmiş anlamayacaksınız. Ayrıca; çayınızın yanına ufak atıştırmalıklar mı eklersiniz, yoksa bi yandan makarnanın suyunu ocağa mı koyarsınız bilmiyorum ama, sakın açken izlemeyin. 
     

2 yorum:

Benim 2014 'üm

13:00 merababenseda 2 Comments



 2014 yılına kötü bir giriş yaptım. Final tatili için geldiğim evimde bir milyonuncu kez faranjite yakalanıp, kafamda bordo berem, sırtımda yeleğim, elimde mendilimle karşıladım 2014 ü. 5 dakika önceye alarm kurup, uyandığım da dedikodular arasında. Gerçekten nasıl girersen öyle gider derler ya, hayatımın en kötü senesini yaşadım diyebilirim. Sürekli bir kötü hal değildi tabi ama, pek sevmedik birbirimizi. Rahat bir final dönemi Aşk-ı Memnu izleyip, Radio Paradise dinleyerek geçirildi.


 Yarıyıl tatilinde evde ailemle beraberdim. Artık İstanbul vakti. Liseden arkadaşlarla buluşup, en yakın olanıyla her gün buluşup :) belleğimize yine güzel anılar kattık. Bol bol kitap okuyup, kafa dinlenen bir ay oldu benim için. Yarısında tekrar yolculuk. Merhaba Bursa.



 Okula hızlı bir giriş yaptıktan sonra, çok keyifli bir ay başladı benim için. Çünkü, Nilüfer Belediyesi'nin düzenlediği Tiyatro Festivali perdelerini açtı! Sabahları alarm kurup bilet sırasına girerek, 10 küsür oyuna biletler aldık. Her gün okuldan çıkıp yemeğimizi yiyip, hızlıca içilen bikaç bardak çaydan sonra arkadaşlarla toplanıp oyunlara gittik. Harika oyunlar izleyip, nefis oyuncular tanıyıp, diğer tiyatroseverlerle pek tatlı arkadaşlıklar kurduk. Güzel bir ortam vardı, bir o kadar da güzel anılar biriktirdik.





 Nisan ayı benim için Kitap Ağacı ile beraber okuduğumuz Yüzyıllık Yalnızlık ayıydı. Kitap Ağacı nedir derseniz, yakında onu da konuşacağız. Marquez'in öldüğü zaman kitabı okuyor olmam beni çok etkilese de, böylesine şahane bir yazarın dünyadan geçmiş olmasına minnet duydum. Böyle güzel bir kitap çok nadir okudum.



                                                                                           

 Mayıs ayı ise tam anlamıyla benim ayımdı. Ayın 1 inde doğumumu kutlayıp, üniversitedeki son ayımın tadını çıkarmaya başladım. Bahardan ne kadar nefret ediyor olsam da, mayısın ilk yarısını seviyor olabilirim.






 Haziran... Hayatımın güzel bitişlerini ve en harika başlangıçlarını yaptığım ay.

 Temmuz, ağustos ve eylül benim için sadece özlemek demekti. Buraları geçebiliriz.

 Ekim, kendime geldiğim ve toparlandığım bir aydı. Ablam ve kardeşimle daha çok vakit geçirdiğim, bol bol gezdiğim bir aydı.

 Kasım; ufak riskler aldığım ama hiç pişman olmadığım bir aydı. Hem kasımı kim sevmez ya. Sonuçta kasımda aşk başkahfkjshfk :D Şaka şaka.


 Aralık ayını, hayatım boyunca en sevdiğim ay ilan ediyorum. Yeni yıl geliyor yahu. Yılbaşı ruhu beni hep mutlu eder, içimi kıpır kıpır yapar. O yeşilli kırmızılı temalara, ışıl ışıl mekanlara kim karşı koyabilir ki? Sırf bu yüzden odama nefis ışıklar aldım, sıkıldıkça karşısına geçip izliyorum. Siz de mutlaka sizi mutlu eden ufak parçalar edinip, odanızı/evinizi bi süsleyin. Sonra gelin konuşalım.






 Benim 2014 yılıyla kavgam böyleydi. 2015 i merakla bekliyorum. Bakalım onunla anlaşabilecek miyiz?

*görseller:pinterest







2 yorum:

NELER İZLEDİM #1

19:00 merababenseda 0 Comments

     Son zamanlarda izlediğim ama çok da beğenmediğim filmlerden bahsedeceğiz bugün. " E beğenmediysen biz niye okuyalım Seda? " derseniz, ben yandım siz yanmayın düşüncemden. Yemin ederim. Evet, çaylar hazırsa başlıyoruz.

kırmızı ayakkabılı adam
     Tom Hanks abimizin oldukça genç halini izlediğimiz 1985 yapımı 90 dakikalık bir film. Hiçbir şeyden haberi olmayan kahramanımızın kırmızı bir ayakkabının tekini giymesiyle peşine düşerler. Yanlış anlaşılma üzerine, çerezlik bir film. Bazı sahneler güldürdü evet ama... ımm bilemedim. Çok da sevmedim. İzlerseniz konuşalım.








uluslararası
     Benim genelde yaşadığım bir problemdir filmi anlamamak. Yani anlamıyorum, bu adamlar neyin peşinde, neyi sorguluyorlar, dertleri ne, niye bu kadar tribe girdiler. The International da onlardan biri. Adamlar birden celallendi bir şeylerin peşine düştü ve evet, bingo... Seda yine anlamadı. O yüzden konuyu anlatamayacağım. Neyse efendim, bana geçmiş olsun. Clive Owen'ın fransızca konuşmaları, Naomi Watts'ın güzelliği yetti. Bir de filmin son kısımlarında bizleri bir süpriz bekliyor. Filmin İstanbul'da çekilmiş sahneleri mevcut. Ve de Haluk Bilginer harika bir oyunculukla arz-ı endam eyliyor. Oraları anladım ama. Siz sevebilirsiniz. Bi izleyin derim. 2009 yapımı 118 dakikalık bir film.



danışman
   The Counselor 2013 yapımı, Ridley Scott yönetmenliğinde bir film. Bunu da pek anlamadım. Yani aslında konuyu pek beğenmedim. Bence boşluklar vardı. Çok düz geçişler olmuş. Haydi bakalıııım şimdi noldu diye diye film bitti. Sonu da saçmaydı. Uyuşturucu işlerine bir anda bulaşan bir avukat, farkında olmadan birilerinin işine çomak sokuyor. Başlıyo karmaşa. Penelope Cruz, rolünü güzel oynamış. O naifliği,saf kadın hallerini hissettirdi. Cameron ablamızın sarı saçları, koyu makyajı, o vamp halleri de pek hoştu. Brad Pitt... Ahh Brad, olacak iş miydi? Son sahnesini yemin ederim ağlaya ağlaya izledim. Ama favorim Michael Fassbender. Adam güzel oyuncu.




şeytanın günü
     Devil's Due, Paranormal Activity tadında, onun ekmeğini yiyen diğer filmler gibi başarısız bir film. 2014 yapımı 90 dakikalık film bitsin diye kendimi yedim. Bendeki de huy, filmi yarım bırakamıyorum. mecbur izledik napalım. Yeni evlenen çiftimiz balayından dönünce beklenmedik bir hamilelikle karşı karşıya kalırlar. Klasik. Tek sevdiğim şey, Pretty Little Liars'tan sevdiğim Cece Drake i görmek oldu.







büyük kumar
     Runner Runner; 2013 yapımı, başrollerinde Justin Timberlake ve Ben Affleck'in olduğu, paranın, kumarın, kızların havada uçuştuğu bir film. Richie Furst yani Justin, okulun harcını yatıracak parayı kazanmak için internet üzerinden kumar oynar, kaybeder. Hile yapıldığını düşünür ve parasının peşine düşmek için Kosta Rika ya gider. Okul mokul hak getire. Justin role olmuş ama Ben Affleck hiiç olmamış. Adamda birazdan cebinden tektaşı çıkarıp evlenme teklif edecek tip var. Üzgünüm yani. İzlenebilir, çerezlik bir film.






     Ben de anlamaya anlamaya baya film izlemişim. Aferin bana. Bir başka Neler İzledim serisinde görüşmek üzere.

görseller: pinterest, IMDB


0 yorum:

Airplane! (Uçak) (1980)

12:00 merababenseda 2 Comments

airplane movie

     Yazarken bile sahneleri aklıma geldikçe güldüğüm bir filmi konuşacağız bugün. 1980 yapımı, 88 dakikalık. ZAZ ekibinden çıkma bir film Airplane. ZAZ ekibi  nedir derseniz; David Zucker, Jim Abrahams ve Jerry Zucker adlı müthiş yönetmenler demek. Bu ekip daha sonları yine çok iyi filmlere de yönetmenlik yapmış. Filmde üçü kısa sürelerde de olsa görülüyor. Oyuncu kadrosu da zamanın en iyi oyuncularından oluşmuş. Benim favorilerim Doktor (Leslie Nielsen) ve McCroskey (Lloyd Bridges, çok çok iyiydi, saygılar).

     Film bir absürt komedi. Felaket temalı. O zamanlar Hollywood'da pek meşhurmuş felaket filmleri. Bir uçakta balık yiyen yolcular, pilotlar da dahil zehirleniyor. Uçakta şansa bakın ki; 2. Dünya Savaşı'nda savaş uçağı kullanmış eski bir pilot var. Ted Striker. Savaşla ilgili pek iyi anıları olmayan Ted, ilk başlarda uçağı kullanmaya pek yanaşmasa da, aralarının nane limon olduğu sevdiceği de uçakta hostes olunca, kolları sıvar.

airplane movie
     Olay aslında bu kadar basit. Ama daha başlarken sizi güldürmeyi başarıyor. Köpek balığı kuyruğu ve ardından kameranın önünden uçağın geçmesi güzel bir başlangıçtı. Diyaloglar enfes. Kelime oyunları da çokça kullanılmış ancak malum, İngilizceden dilimize çeviride yakalanamamış bu oyunlar. İzlerken "ne alaka şimdi" diyebileceğiniz sahneler de var, baştan uyarayım.




     Ted'in terlediği sahne en çok güldüklerimden. O sahneyi Bedazzled'da (2000) da gördüğümde çok eğlenmiştim. Rahibeyle ilgili kısımlar, makyaj yapan kadın, evlenemeden ölücem triplerine giren hostesin ağladığı sahne ve daha bir çok gerçekten güldüren sahneler mevcut. Zaten filmde her sahnede bir absürtlük var. İstisnasız. Haber yapan gazetecilerin "şimdide bikaç resim alalım" diyip, duvardan çerçeveleri indirmesi ekstra bonus. Ay tüm sahneleri anlatasım varmış benimde, son olarak dans sahnesinde tek başına dans eden Ted'i izlerken, benim için de bi gülün. Harikaydı.

airplane movie

airplane filmi

     Filmin ufak süprizleri de var tabi. Ta daa Kareem Abdul-Jabbar. (ismi söylemesi daha kolay valla ya). Kendisinin çocukla girdiği diyalog ve basketbolcu olmadığını ikna etme çabaları hoştu. Gülümsetti. Küçük çocuğu sevemedim ama ya. İticiydi. Bir de çocuğun pilotla girdiği bi muhabbet vardı ki ben anlamadım. Ülkemize yine bi dokundurtmuşlar. Anlayanlar yazsın da öğrenelim. Ayrıca şişme bebeği çok seveceksiniz. Garanti ediyorum.

uçak filmi

     Eleştirmenlerce tüm zamanların en komik filmi seçilen Airplane, bir çok film listesinde de hatırı sayılır sıralarda kendine yer bulmuş. Devamlılık hatalarını ve tarihle ilgili yanlışlıkları IMDB de okursanız sonu gelmez, oralara çok takılmayın. Sonuç olarak IMDB den 7.8, Rotten Tomatoes tan 98 almış filmin bir de Altın Küre adaylığı bulunuyor. İkincisi de çekilen film, benden size şiddetle tavsiye.








2 yorum:

Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?

12:00 merababenseda 4 Comments

biz kimden kaçıyorduk anne - perihan mağden


Perihan Mağden'den ilk basımı 2007 olan bir anne-kız romanı. Benim ilk Perihan Mağden kitabım. Kitabı listeme uzun zaman önce eklemiştim. Kütüphaneye gittiğimde istediğim kitabı bulamayınca aldım aslında. Yani ilk tercihim değildi ama değişik bir yolculuk oldu. Güzel oldu.
    
     Kahramanlarımız bir anne ve kızı. Birilerinden, bir şeylerden kaçıyorlar. Otellerde yaşıyorlar. Anne kızına hastalık derecesinde düşkün. İnsanların onu üzmesine tahammülü yok. Birbirlerinden başka kimseleri yok. Babaya dair hiçbir konu da geçmiyor. Bölüm bölüm kimden kaçtıklarını arıyoruz.     
     
     Dili çok ama çok sade. Kolayca okunuyor. Kitabın kapağındaki yüzü dönük küçük kızın nedeni, kitapta gizli. Ne annenin ismi, ne de kızın ismi kitapta geçiyor. Anne, özel isim gibi kullanılmış. Hep baş harfi büyük. Anne de kızına Bambi diyor, küçükken okuduğumuz Bambi hikayesi bu ilişkide çok önemli bi yer tutuyor. Ama bir süre sonra "Anne, Anneciğim, Bambi, Bambim" kelimelerinden sıkıntı da gelmiyor değil.

     Olayları küçük kızın ağzından dinliyoruz. Aralarda da onların hayatında yer etmiş, aslında sıradan insanlardan anne ve kızı okuyoruz. Her bölümde bir önceki bölüme bir ilmek atılıyor. Her bölüm bir merdiven. Yani kitabın en başında Anne, hepimizin annesi gibi. Ama her bölümde bambaşka bir anneyle karşılaşıyoruz. Kız da ufak ufak sinyalleri veriyor. Sürekli otelde geçiyor hayatları. Ama odalarını, aldıkları lambalarla, nevresimlerle, sahilden topladıkları çakıltaşlarıyla kendi evleri yapıp; kaçmaları gerekince hepsini arkalarında bırakıyorlar. Sevdiğim noktalardan biriydi.

     Kız çok güzel, anne çirkin tasvir edilmiş. Kitaptaki en sevdiğim şey, olayları özelleştirmesi. Mesela "Ağır Yürek Günleri, Geçmiş Zaman Sesi, Annemin Korku Lekesi, Anne Şehri, Dibe Gidiyoruz Hissi". Böyle bir çok tamlamama mevcut. Ben de çok kullanıyorum hayatımda böyle tamlamalar. Hoşuma gitti. Sevdim.

     Anne, kızını sürekli bir şeylere hazırlıyor. Kimseye bağlanmaması gerektiğini, zamanı gelince her şeyi arkasında bırakıp gitmesi gerektiğini öğretiyor. Aslında anneye yer yer kızamıyorsunuz. Bilmiyorum, emin değilim kime kızdığıma. Anneye mi anneanneye mi? Tartışmaya açık.

     Kitabı okurken aklımdan hep film olsa güzel olurdu diye geçirmiştim. Araştırınca, bunu birkaç yerde daha okudum. O duyguyu çoğu kişide uyandırmış kitap. Belki de ileride görürüz kim bilir?

     Kitaba yapılan eleştiriler, genelde yazara yönelik. Bundan önceki romanlarında olduğu gibi (İki Genç Kızın Romanı, Refakatçi) tekrar anne-kız ilişkisini yazması, okuyucuları pek memnun etmemiş gibi görünüyor. Ama dediğim gibi benim ilk Perihan Mağden kitabım olduğu için, bir kıyaslama yapamadım. Bu tarz hafif depresif, sonu da başından belli olan kitapları severseniz Seda'dan size 183 sayfalık bir tavsiye.

4 yorum:

Monster (Cani) (2003)

12:00 merababenseda 4 Comments

monster filmi

Başrollerinde Charlize Theron ve Christina Ricci yi izlediğimiz, Patty Jenkins yönetmenliğindeki 109 dakikalık biyografi, dram, gerilim türünde, yaşanmış olaylara dayanan, çok iyi bir film konuşacağız bugün. Çaylar hazır mı?

Evet, film bir biyografi. Aileen Wuornos'u anlatıyor. Aileen (Charlize Theron, ki bu olaya birazdan değineceğim)  hayat kadınlığı yapıyor ve dibe vurduğu bir akşam barda Shelby (Christina Ricci) ile tanışıyor. Shelby, kadınlardan hoşlanan, genç bir kız. Aralarında kısa sürede arkadaşlıktan, duygusallığa uzanan bir ilişki başlıyor ve ne oluyorsa o zaman oluyor.

Gelelim yorumlarıma. Shelby'yi hiç sevemedim. Hem Ricci'nin oyunculuğu Theron'un yanında biraz sönüktü, hem de o bencil halleri, "ühü ühüü ben araba sürücektiim :(" diye sızlanmaları bana yetti vallahi. Aileen gibi davranmaya çalışması, onu hayat kadınlığına zorlaması, daha çok para arzusunu gençliğine veriyorum. Ama saç ve özellikle kıyafet anlamında başarılı buldum. Bu arada Shelby, gerçek hayattaki kişinin ismi değil. Film çekildiği sırada kendisi hayatta olduğu için dava etmesin diye adını, hatta çilek kırmızısı olan saçlarını değiştirmişler. Gelelim Aileen'e. Şimdi size bir sır vereceğim. Aramızda kalsın Allah aşkına. Neredeyse film sonuna kadar Charlize Theron'un gelmesini bekledim. Evet, geçmiş olsun bana arkadaşlar.


cani
Aynı şeyi, The Hours izlerken de yaptım. Hep Nicole Kidman'ı bekledim. Sonra bulmuştum gerçi. Charlize Theron bu film için yaklaşık 15 kilo almış, yüzüne özel bir makyajla çiller uygulanmış, takma dişler var ve gözlerine özel bi jel damlatmışlar; daha yorgun baksın diye. Sonra Seda niye tanıyamadı? Bunun yanında oyunculuğu kimileri tarafından abartılı bulunsa da, 2003 yılında Oscar'ı, Altın Küre'yi ve 14 festivalden de ödülleri kapmış. Birçok da adaylığı bulunuyor. Bazı sahnelerde evet biraz aşırıya kaçmış özellikle nefes alış verişleri beni biraz rahatsız etti ama o çaresizlik halini kesinlikle çok iyi yansıtmış. Aslında Aileen, Shelby'e göre çok daha homeseksüeldi. Belki onun için bir kaçıştı bilmiyorum ama, sanki o daha çok sevdi. Son cinayet sahnesi, gerçek hayattaki Aileen'in de son cinayetini işlediği yerde çekilmiş. Charlize'in biraz sinirleri bozulmuş,gerilmiş,yönetmenle sarılmışlar filan diyorlar. Aileen'in gittiği barda da çekimler yapılmış.



cani
Aileen'in işlediği bu cinayetler sanki biraz zorundaymış da yapmış havası taşısa da, ilk cinayet hariç o havaya pek alamadı beni. Yani hep bi neden? dedim. Bazıları bunun için Shelby'yi suçlamış. Kendisini sevmememe rağmen onu suçlu bulmadım. Aileen'in küçüklüğünden kalan erkeklere olan nefreti, belki de intikam duygusuydu neden.

Film IMBD den 7.3, Rotten Tomatoes'tan 82 almış. Yapımcıları arasında Charlize Theron'da bulunuyor.




cani
Lunapark sahnesi, Aileen'in tek başına çarpışan arabaya binmesi. oradaki yüz ifadesi, tuttukları evde duvarda asılı olan geyikli örtü (nostaljik) aklımda yer edenler. Charlize Theron'u hiç o gudubet halde görmek istemiyorum derseniz (merhaba erkekler) izlemeyin. Ama benim gibi diğer umursamazlar, hatta Theron'u o halde görüp içten içe sevinenler (merhaba kızlar) filme mutlaka bir şans verin. Sonra gelin konuşalım.







4 yorum:

Enough Said (Başka Söze Gerek Yok) (2013)

19:31 merababenseda 2 Comments


Güzel bir pazar filmiyle açılışı yapalım. The Sopranos' tan tanıdığımız başarılı aktör James Gandolfini ve en son 64. Emmy Ödül Töreni'nde En İyi Kadın Komedi Oyuncusu ödülünü alan Julia Louis-Dreyfus un başrollerini paylaştığı 93 dakikalık bir orta yaş komedisi.

Eva; eşinden boşanmış, yakında üniversiteye gidecek olan kızıyla beraber yaşayan bir masöz. Hayatından çok da memnun görünmeyen Eva, bir gün sevimli Albert'le tanışır ve eğlenceli bir ilişkiye başlarlar. Diğer yandan  Eva'nın Marienne adında yeni bir şair müşterisi vardır. Kısa sürede arkadaş olan bu iki kadının en çok konuştukları şey ise Marienne in eski kocasıdır. Marienne; eski kocasıyla yaşadığı sorunları anlattıkça, Eva'nın şüpheleri artar.

Oldukça doğal gelişen bir aşktan sonra, Marienne in anlattıkları yüzünden ilişkisini gözden geçirmeye başlayan Eva; arkadaşları Sarah nın (Toni Collette) evinde alkolün de biraz etkisiyle Albert'e fazla yüklenince olaylar farklı bir hal alır. Orada bir fısıldama muhabbeti var ki, James Gandolfini'nin o harika ses tonu olsun, varsın da fısıldayamasın be adam dedirtti bana.


Günümüz romantik komedilerinden farklı olarak orta yaş üzerinden ilerleyen film, yan karakter konusunda da oldukça başarılı. Albert'in kızı başta farklı bir tablo çizip 'o babaya böyle kız mı
olur?' diye beni hayıflandırdıktan sonra, kızın yola gelmesi sevindiriciydi. Eva'nın kızından çok, kızının arkadaşı ile olan bağı sorunlar çıkarsa da, üniversite için ayrı kalacak olan anne ve kızın arasındaki tatlı gerilimlerdi. Albert ve Eva'nın kızlarını tanıştırmak yerine böyle farklı bir konudan ilerlemeleri güzeldi.  Eva'nın arkadaşı Sarah'yı ve Sarah'nın evinde geçen sahneleri ayrıca çok sevdim. Filmin müzikleri de enfes.

Son olarak masözlük yapan Eva'nın merdivenlerden zorla çıkardığı yatak ile ilgili harika bir noktaya parmak basmışlar. Çok basit ama güzel bir ders niteliğinde.

İlk gösterimi 2013 Toronto Film Festivali'nde yapılan film, Türkiye'de de Filmekimi 2013 te seyircisiyle buluşmuş. IMDB den 7.1, Rotten Tomatoes tan 96 alan film, ayrıca James Gandolfini'nin ölmeden önceki son filmi olmasıyla da bünyede hüzün etkisi yaratabilir.

Nicole Holofcener'in hem yönetmenliğini yaptığı hem de senaryosunu yazdığı film, pazar kahvaltılarınıza eşlik edebilecek güzellikte.







2 yorum:

Bir Ben Eksiktim

16:28 merababenseda 17 Comments

Evet sevgili okuyucular, bir ben eksiktim dedim ve uzun zamandır kafamda olan blogumu açtım. 
Beraber filmler izleyip, kitaplar okuyup yuvarlanıp gidelim istedim. 
" Yahu senin ne farkın var? " dersen; al çayını, gel bi geç bakalım şu handan. Filmle de kitapla da iyi gitmez miydi çay, hep beraber görelim.

17 yorum: