NELER İZLEDİM #45

10:00 merababenseda 2 Comments



Herkese merhaba. Gün itibariyle 2017 yılına 2 gün kaldı. İçimde biraz da olsa kelebekler uçuşuyor. 2016 yılı, teyze oluşum dışında bana hiç güzel şeyler getirmedi. Kayıp bir yıldı. Hatırlamak dahi istemiyorum. O sebeple bir an önce 2017 ye adım atmamız lazım. Belki yılbaşı gecesi film izlemek gibi çok çılgın! bir planınız olabilir. O sebeple buyrunuz yazıya geçelim.

     Vizyon filmiyle başlayalım ki, belki yetişir izlersiniz. Collateral Beauty (Gizli Güzellik), başrolünde efsane oyuncuların yer aldığı, dram romantik ve azıcık ucundan komedi barındıran bir film. Oyuncuları afişten görebilir, biraz da olsa fikir edinebilirsiniz. Howard, başarılı bir şirketin yöneticisidir. Hayatı çok güzel giderken kızını kaybeder. Bu acıyla baş edemez, işi boşlar, eşinden boşanır, arkadaşları ile arası açılır. Hayata karşı olan ilgisini kaybetmiştir. Tek düşündüğü kızı olmadan nasıl yaşayabileceğidir. Bu süreçte bazı mektuplar yazar. Mektupların sahipleri; Ölüm, Sevgi, Zaman. Evet, doğru duydunuz. Bu mektupları kavramlara yazıp posta kutusuna bırakır. Arkadaşları bunu araştırırlar ve artık eski günlerine dönmesi için bir plan yaparlar. Bu üç kavram, canlı kanlı birer kişi olarak Howard'ın karşısına çıkacaktır ve O'nunla konuşacaktır. Böylece içindeki kini ortaya döküp biraz da olsa rahatlaması planlanır. Üç oyuncu ile anlaşırlar ve plan işlemeye başlar. Film aşırı aşşırı mesaj kaygılıydı. Yani her yerden mesaj fırlıyordu. Kötü değildi ama yani bir süre elle tutulur hiç bir şey olmadı filmde. Mesajlar değil de, sonu beni çok etkiledi. Cidden beklemiyodum. Güzel kurtarmışlar. Kafa dağıtıp güzel oyunculuk izlemek isteyenlere.

     İçim şişe şişe izlediğim Beautiful Creatures'ta sıra. Ethan, yakışıklı ve yaramaz bir lise öğrencisidir. Yaşadıklara yere Lena adında bir kız taşınır ve ilk günden itibaren Ethan'ın radarına girer. Diğer kızlardan farklı olan Lena, aslında bir büyücüdür. 16 yaşına girdiği gün, kötü ya da iyi arasında bir seçim yapacaktır. Bu seçim kızcağıza bağlı değil tabi. Kökleriyle filan ilgili. Çok büyük merakla bekliyoruz tabi acaba hangi tarafı seçecek! Bu arada Ethan ile sevgili olurlar. Çocuğun da her şeyden haberi var. Kıza destek oluyor. ' Ben sana inanıyorum, iyi tarafı seçiceksin tabi ki' diye gaz veriyor sürekli. Ben açıkçası beğenmedim. Önermiyorum. Ama böyle fantastik havada geçen filmleri sevenler belki bir şans verebilir. Bilemedim şimdi, size kalmış :(


2
     İlk sahnelerinden itibaren merakla kendisini izletmeyi başaran bir film 'En Chance Til' (A Second Chance - İkinci Bir Şans). Andreas, mutlu bir evliliği olan yakışıklı bir polis abimizdir. Bir gün uyuşturucu bağımlısı bir ailenin evine baskına giderler. Orada, bir kenara atılmış, pislik içinde kalmış ağlayan bir bebek görür ve çok etkilenir. Bebeğin anası babası keş tabi. Çocuğa bakan yok. Neyse efendim, bir gece Andreas uyurken karısı bağırarak onu uyandırır. Kendi bebekleri uykuda ölmüştür! Ay ne iç acıtıcı sahnelerdi size anlatamam, çok etkilendim. Bunun üzerine gece bebeği alarak o bağımlı anne babanın evine gider. Hepsi uyurken eve girer ve bebekleri değiştirir :( En fena sahnelerdendi sanırım. Kendi bebeğine o pislik içindeki elbiseleri giydirdi. Yüzüne filan da sürdü hatta anlaşılmasın diye, yıkıldım. Düşünmesi bile dayanılmaz. Bebeği alıyo, karısına veriyo. Kadının psikolojisi zaten bozuktu, iyice saykoya bağlıyo, ne yapsın kadıncağız. İlk başta bebeği istemiyo ama sonra sevmeye başlıyo. Orası da ayrı mesele. Bu arada bağımlı anne ve baba bakıyolar ki çocuk ölmüş, polis bunları hapse atıyo. Ama kız diyo ki, bu benim bebeğim değil! Al başına belayı şimdi Andreas. Çok çok etkileyici bir film. İzlediğim için mutluyum, ağır dramları seviyorum, başka derdim yokmuş gibi. Biraz ağlayıp, içini dökmek isteyenlere.

     2014 yapımı, bir adet de Oscar adaylığı bulunan Leviathan karşınızda. Öncelikle şunu söyliyim, filmi sıcak bir ortamda izleyin. Çünkü sahneler o kadar soğuk ortamlarda geçiyor ki, içinizin üşümemesi elde değil. Ve de mümkünse büyük bir ekrandan izleyin, görseller efsane. Nikolay, ikinci eşi ve ilk eşinden olan oğluyla beraber yaşamaktadır. Aslında sorunsuz sayılabilecek bir ailesi vardır ama para babası bir amcamız huzurlarını kaçırır. Yaşadıkları evi kendisine vermelerini çünkü orada yeni bir inşaat başlatacaklarını söyler. Ne kadar da tanıdık! Nikolay bunu istemez tabi, uzaklardan avukat bir arkadaşını yardıma çağırır. Davayı nasıl kazanabiliriz filan üzerinde düşünürler. Bu süreçte amca bastırır tabi. Derken evde de sorunlar başlar. Karısı ve avukat arasındaki olası bir kıvılcım, Nikolay'ı çileden çıkarır. Film çok çok iyiydi gerçekten. Nefis oyunculuklar, harika görseller ve etkileyici bir hikaye. Ölmeden Önce İzlemeniz Gereken 1001 Film listelerinde de kendisine yer bulmuş. Festival filmi sevenlere.


     Bunca ağır dramadan sonra biraz kafa dağıtmaya ne dersiniz? Mermaids 1990 yapımı Altın Küre'ye aday olmuş tatlı bir aile filmi. Başrolde izlediğimiz Cher, kızlarını oynayan ve o zamanlar birer çocuk olan Winone Ryder ile Christine Ricci bizlere güzel bir seyirlik sunmuş. Yalnız bir anne olan Mrs. Flax ve kızları, yaşadıkları yerde hiçbir zaman uzun kalmazlar. Eğer ortam onlar için karmaşık hale gelirse hemen eşyalarını arabaya yüklerler ve şehir değiştirirler. Son geldikleri yerde anne Faux, tatlı bir adamla tanışır. Büyük çocuk Charlotte ise yakışıklı biriyle tanışır ve çok fena aşık olur. Okul, iş, aşk, aile derken bizimkilerin hayatı çok dehşet verici bir olayla sarsılır. Hem de işin içinde büyük bir pişmanlık vardır ve tekrar toparlanmak zor olacaktır. Keyif alarak izlediğim bir aile filmiydi. Cher, Winone Ryder ve Christina Ricci'nin gençliklerini izleyip kafa dağıtmak isteyenlere.

Uğradığınız için teşekkürler. Haftaya görüşmek üzere!

2 yorum:

NELER İZLEDİM #44

10:00 merababenseda 1 Comments


Herkese güzel bir çarşamba gününden merhaba. Her ne kadar çalışıyor olsanız da, sizler için izlenecek güzel filmler bırakmak istedim buraya. Akşam izlemelik bir şeyler mutlaka ayarlayın!

     American Sniper'a daha önce başlamış, 10. dakikasında uyuyakalmıştım, bu sefer şansımı tekrar denemek istedim ve bir seferde bitirebildim çok şükür. Bradley Cooper ve Sienna Miller'ın başrolde olduğu 2014 yapımı film, 2015 Oscar ödül törenine 6 dalla aday olmuş, yalnızca bir tanesini kazanmıştır. (Ses dalında). Chris Kyle, başarısız iş deneyimlerinden sonra, ülkesinin de içinde bulunduğu zor durumdan rahatsız olarak orduya katılır. Eğitimlerde oldukça zorlansa da, sahaya çıktığı zaman çok iyi bir nişancı olacağının sinyallerini verir. Bu süreçte tabi bir de evlenir, çoluk çocuğa da karışır. Karısından ve çocuklarından ayrı aylar geçirmek hem kendisini hem eşini yıpratır. Film süresince Irak'ta, Amerikan askerleri ve yerel halkın arasındaki mücadeleyi izliyoruz. Oldukça başarılı çatışma sahneleri, yaralanan askerlerle yaşanan duygusal anlar, Chris Kyle'ın etkili atışları vs derken film akıp gidiyor. Esasında tabi bu bir biyografi diyebiliriz. Ben bir kadın olarak bu tarz filmlere karşı önyargılıyım ama Bradley Cooper gerçiğini gözardı edemedim. 42 günde çekilen bu bol ödüllü filme hazırlık aşaması da oldukça meşakkatli geçmiş. Özellikle Cooper açısından. Hatta filme hazırlanırken Chris Kyle'ın dinlediği şarkıları dinlemiş, spor yaparken karşı duvarına O'nun fotoğrafını asmış ve de O'nun ayakkabılarını giymiş. Yönetmeni Clint Eastwood olan film, aksiyon ve hafif de olsa heyecan sevenlere.

     Interstellar filmi tek başıma izlemek sanırım büyük hataydı. Anlamadığım ve konudan koptuğum çokça sahne mevcuttu. Bir daha izlemem lazım. Pek keyif aldığımı söyleyemeyeceğim ama şansımı tekrar deneyeceğim.









     Suicide Squad hakkında da çok konuşacak şey yok. Zaten aylardır ortalığı kasıp kavuruyor. Harley Quinn karakteri kadar beni eğlendiren başka bir kadın karakter nadirdir. Margot Robbie kız sana helal olsun su gibi oynamışsın, çok kıskandım. Konuyu filan hiç anlatmıyorum. Ona başka yerden de bakarsınız, önemli olan hissettiğim duygular şuan:D Bu filmi mutlaka izleyin, ama kızlar bi şey söylicem; erkek arkadaşınız / eşiniz ile izlerseniz filan Harley canınızı sıkabilir, çokça elinizi erkek kişisinin gözlerini kapatırken bulabilirsiniz benden söylemesi. (İzletmeyin kısaca yaa, siz kendiniz izleyin)



     Şimdi sizi çok fazla yormayacak ama oyunculuk açısından doyurucu bir film ile tanıştıracağım. This Is Where I Leave You. 2014 yapımı filmin başrollerinde Jason Bateman, Tina Fey, Jane Fonda (aşkım) var. Judd, karısı tarafından aldatıldıktan sonra depresyon aşamasındayken kardeşlerinden bir telefon alır. Babası ölmüştür. Her kötü şeyin üst üste gelmesi yetmiyormuş gibi bir de 3 çılgın kardeş ve hepsine bedel bir anne ile uğraşmak zorunda kalacaktır. Doğup büyüdüğü kasabaya gittiğinde evli ve çocuklu ablası, çocukları bir türlü olmayan abisi, kendisinden yaşça büyük zengin bir kadınla flört eden erkek kardeşi ve çılgın bir ruha sahip annesi ile kalabalık bir cenaze evinde zaman geçirecektir. Güzel bir aile filmiydi, sıkmadan izlettirdi kendisini ama Tina Fey'in ağlayamayışları olmadı. O kadın hep komedi yapsın, dramı pek beceremedi sanki. Favorim Adam Driver tabii ki, filme renk katmış. Aile filmi sevenlere.

     İşte benim yazıdaki favori filmime geldik şimdi. Obvious Child. Donna, sevgilisinin kendisini aldatışından sonra bir gece bir adamla tanışır. İkisi de alkolü fazla kaçırır ve one night stand kaçınılmazdır. Stand up gösterileri yaparak insanları güldüren Donna, kendi hayatında pek de mutlu değildir. Sürekli yeni birileriyle beraber olur ama bir türlü aradığı adamı bulamaz. Derken hiç beklemediği bir şey olur; ta daaa, hamiledir! Peki ama kimden? O süreçte yaşadıkları, acaba kimden sorusu, aldırıp aldırmamak konusunda yaşadığı ikilem, çocuğun babasına söylesem mi gerilimi filmin kalan kısmında izlediklerimiz. Ben filmi nedense çok beğendim, film çok samimi olmuş. Ve kesinlikle klasik romantik komedilere benzemiyor. Zaten sonunu izlediğinizde anlayacaksınız. Her şey tam da olması gerektiği gibiydi. En en en beğendiğim sahne, battaniyenin altındaki film izleme sahnesiydi. Son sahne. İzlerseniz ne dediğimi anlayacaksınız. Sıradan, bizden bir şeyler sevenlere.

Bir beşlik daha bitti, sırada yazacak çok film var. Ben şimdi iki günlük iznimin tadını çıkarmaya gidiyorum. Önce bir faranjit kontrolü (2 aydır öksürüyorum!), sonra bir sinema ve ardından en sevdiğim zaman; teyzelik zamanııııı >3 Okuyup yorum bırakırsanız ve buralarda bir ses olursanız çok mutlu olurum. Accayip motive ediyor. Hepinize iyi haftalar diliyorum. Görüşmek üzere!




1 yorum:

NELER İZLEDİM #43

15:47 merababenseda 4 Comments


Herkese merhaba. Bugün izin günümü fırsat bilerek blogun başına geçtim ve sizlere güzel bir kaç filmden bahsetmek istedim. Haydi biraz konuşalım. Çok tatlı filmler var, kaçırmayın !

     2000 yapımı, nostalji sayılabilecek ve oldukça çerezlik bir filmdi Down to You. Türkçe'ye de Aşağıdakiler diye çevrilmiş, acayip saçma tabi. Neyse, efendim. Al, bir üniversitede öğretmendir. Imogen ise öğrencidir. Bir partide tanışıp, aşık olurlar. Derken aşk, romantizm dolu günler başlar. Her şey çok güzel gidiyordur. Derken Al, bu ilişkiyi sorgulamaya başlar. Hatta ve hatta ayrılmak için durduk yere ilişkilerini didikler. Ve bingo, bir bahane bulmuştur. Imogen, eğitim için yurt dışına gidecektir. Bu şekilde ilişkinin yürümeyeceği inancına kapılıp ayrılırlar. Tabii ki yaptığının çok salakça bir hata olduğunu anlaması çok uzun sürmez. Imogen'ın evde bulduğu şampuanını içerek intihara bile kalkışır. Bu kısım kabul edelim ki çok tatlıydı :) Derken yolları tekrar kesişir ama toparlamayı başarabilecekler midir, izleyin görün. Accayip klişe ama çok şeker bir filmdi. Kafa dağıtmalık, nostaljik romantik komedi sevenlere.

     İzlemeyi çok ertelediğim, kaçırmadan vizyonda izleme fırsatı bulduğuma sevindiğim Ekşi Elmalar da bugün listede. Aziz Reis, karısı ve üç kızıyla Hakkari'de yaşayan bir milletvekilidir. Son seçimleri kaybettikten sonra, zaten zor olan kişiliği, etrafındakiler için daha da çekilmez hale gelir. Güzeller güzeli kızlarının da erkekler tarafından ilgi çektiği gerçeğini göz ardı edemez. Başrolümüz Muazzez'in ağzından dinlediğimiz hikaye, bizi doğu kültürüyle sarıp sarmalıyor. Yaşadıkları heyecanlar, yine bir şampuan muhabbeti, Reis'in egoları, yaylanın şöleni, kavuşamayıp yarım kalan aşklar... Aman Allahım, Yılmaz Erdoğan'dan Türk sinemasında Vizontele'den sonra güzel bir hediye olmuş. İzlerken o kadar keyif aldım ki size anlatamam. Çokça da ağladım, çünkü kendimi Muazzez gibi hissediyodum:D Salondaki çiftler hep bana baktı ağlarken ama napiyim yani, çok etkilendim. Oyunculuklar, görsel şölen nefisti. Favorim; Songül Öden. Çok içten bir oyunculuktu, helal olsun. Listenize mutlaka ekleyin. Pişman etmeyeceklerden.

     Yine nostaljik bir komediyle devam edelim. 2001 yapımı Shallow Hal, iç güzellikle ilgili haklı bir ders veren cinsten. Afişi de dikkatli incelerseniz, bir şeyler anlamak mümkün. Şöyle ki; Hal şişman ve çirkin bir adam olmasına rağmen, kadınlarda her zaman güzellik arayan birisidir. Bu sebeple hiçbir zaman mutlu olamayan Hal, gittiği bir medyum tarafından iç güzelliğe önem vermesi için hipnoz edilir. Artık, çirkin insanları güzel, güzelleri ise çirkin görmektedir. Bir gün Rosemary ile tanışır. Tanıştığı güzeller güzeli Gwyneth Paltrow ama tabii ki bu hipnoz altındaki görsel. Rosemary aslında 300 kiloluk bir genç kadındır. Birbirlerine aşık olurlar, etraflarındaki kimses bu aşkın gerçek olduğuna inanmaz. hatta Rosemary bile kendisiyle dalga geçildiğini düşünür ama Hal aşık olmuştur! Derken, bu hipnozun etkisi geçer ve Hal eski şerefsiz haline döner. Rosemary'i artık beğenmiyordur :( Ben keyifle izledim, çok kafa yormayan, klişe bir romantik komedi.

İLGİNÇ BİLGİLER
* Rosemary'nin şişman halini de Gwyneth Paltrow oynamış, inanamadım! 15 yıl öncesine göre çok başarılı bir plastik makyaj olmuş. Uzun saatler süren makyajın ve vücut eklemelerinin sonrasında Paltrow, sokakta uzun süre yürümüş, ve kimse O'nu tanıyamayınca, kendisi oynamaya karar vermiş.

     The Boy Who Smells Like Fish, sanırım izlediğim en ilginç filmlerden biri. Mica, doğduğundan itibaren çok ilginç bir şekilde balık kokmaktadır. Annesi ve babası bu kokuyu gidermek için çocuklarını günde defalarca yıkar, onlarca kimyasal kullanırlar ancak bu koku gitmez. Mica, bu balık kokusuyla ömrü boyunca yaşayacaktır. Okulda, boynuna astığı araba kokusuyla gezse bile, arkadaşları tarafından sürekli dışlanır. Evde verdikleri doğumgünü partisine bile yalnızca bir kız gelir. Bundan sonra kendisini tamamen dış dünyaya kapatan Mica, yüzmeye başlar. Havuzda Laura adında güzeller güzeli bir kızla tanışır. Ama havuz dışında onunla yan yana gelmeye çok çekinen Mica, ilk gecelerinde saatlere duş alır, pudralar sürer, araba kokusunu da boynuna asmayı unutmaz! Aşık olmuştur bi kere. Babası o çok küçükken evi terketmiş, annesi ise çok elim bir kazada ölünce yalnız kalmıştır. Bundan sonra onu bekleyen süprizler acaba nelerdir. Çok farklı, değişik bir konusu olmasıyla birlikte kendisini sıkmadan izleten ilginç bir film olmuş. Alternatif sevenlere.

     2015 yapımı The Gift, romantik filmlerden sıkıldığım bir gece açıp gözlerimi ayırmadan izlediğim bir gerilim filmi. Simon ve Robyn, iş gereği Simon'un çocukluğunu geçtiği küçük bir yere taşınırlar. Paradan kaçınmayan çift, kendilerine harika bir ev alırlar. Bir gün şehirde alışveriş yaparken, Simon'un çocukluk arkadaşı yanlarna gelir, Gordo. Güzel hoşbeşin ardından tekrar görüşmek üzere ayrılırlar. Simon işteyken, Gordo bunu fırsat bilip sürekli evlerine gider. Aslında herhangi bir sorun yoktur, gayet yardımsever bir kişilik olarak görünen Gordo'nun bu ziyaretleri ve bırakıp gittiği hediyelerinin sonu gelmez. Bu süreçte Robyn hamile kalır. Gordo ile yaşanan gerilimler arttıkça, çiftin huzuru da kaçar. Neden böyle yaptığının nedeni, geçmişe dayansa da, intikam almaktan yıllar sonra bile vazgeçmeyen Gordo'nun çok acımasız bir planı vardır. Filmin sonu o kadar gerilimli ve heyecanlıydı ki, yani bebeğin göz rengini görmek için öldüm resmen! Anladınız siz, zeki bir filmdi. Yönetmenliğini ve başrolünü üstlenen Joel Edgerton'a, Horrible Bosses'tan sevdiğimiz Jason Bateman ve kısacık saçlarıyla bile seksi olmayı başaran koca ağızlı Rebecca Hall eşlik ediyor. Gerilim sevenlere.

Vakit ayırıp okuduğunuz için çok teşekkürler. Sırada hangi filmler var merak ediyorsanız yan taraftaki renkli afişlerin olduğu kısma göz atmayı unutmayın. İzledikleriniz veya izlemeyi düşündükleriniz varsa yorum bırakmayı unutmayın lütfen. Tekrar görüşmek üzere!


4 yorum:

NELER İZLEDİM #42

10:00 merababenseda 4 Comments


Herkese merhaba, şahane bir haftayı daha geride bıraktık. Eski yazma hevesime geri döndüğüm bir gerçek, hatta içerikte biraz değişiklik yapıp, vizyondaki filmlere de göz atacağız. Haydi başlayalım.

     Nejat İşleri'i severim, Serenay Sarıkaya'da çok güzel kız, ses tonu filan oldukça etkileyici. İkimizin Yerine filmine gidip biraz ağlamak istedim aslında. Aaa tabi, ben artık tek başıma sinemaya gidiyorum, içimi çeke çeke ağlıyorum bi kenarda çok güzel oluyo. Tabi girerken ve çıkarken insanlar tek başıma gelmiş olmamı biraz garipsese de, çok keyifli oluyor, bir gün sen de dene mutlaka :) Çiçek, 18 yaşında, oldukça sıradan bir hayata sahip lise öğrencisi bir genç kızdır. 18. doğumgünü pastasının mumlarını üflerken, hayatını tamamen değiştirecek bir dilek dilediğinin farkında değildir. Yeni gelen edebiyat hocasına aşık olup, ondan özel ders almanın da yolunu bulan Çiçek, yaşının da verdiği heyecanla bambaşka hayallere kapılır. Bu süreçte ailesinde de bir takım gariplikler olduğunu farkeder. Çok detaya giremiyorum, çok spoiler a müsait bir konusu var. Bir ara noluyo yaa ensest ilişkiler mi dönüyo burda diye sorgulamanız çok muhtemel ama başarılı bir kurtarış var senaryoda. Ben keyif aldım aslında filmden ama sanki biraz uzundu. Yani hadi artık biraz çabuk aksın dediğim zamanlar olmadı değil ama güzel oyunculuklar ve klasik bir aşk hikayesi izeyip biraz ağlamak isteyen bünyeleri tatmin edecektir.

     Duyduğuma göre çok acımasız eleştirilere maruz kalmış Benim Adım Feridun. Ben herhangi bir yorum okumadan, fragmanını izlemeden gittim. Çağan Irmak severim, Halil Sezai'nin de asıl mesleği olan oyunculuğundan çok ayrı bir keyif alırım. Kaçırmak istemedim açıkçası ve salonda yerimi aldım. Ersan, 4 yıllık ilişkisi olan, geçimini çeviri yaparak kazanan oldukça sıradan ve sevgilisine göre sıkıcı bir adamdır. Bir gün sevgilisi tarafından terkedilir. Özge Borak ile olan bu ayrılık sahnesi, filmin açılış sahnesi ve başarılı oynadılar. Gerçi Özge Borak biraz ağlayamama sorunu yaşadı ama herneyse. Derkeen bizim Ersan, ayrılık acısıyla başetmeye çalışır. Bir süre sonra Erdek'e annesinin yanına gidip kafa dağıtmak ister. Bir akşam sahilde içerken bir düğün olduğunu görür. Amacı girip bikaç kadeh bi şeyler içip çıkmaktır. Ama damadın babası bizim Ersan'ı görüp "Feridun'um hoşgeldin" diye boynuna atlayınca işler karışır. Yıllardır küs olduğu kardeşinin oğlu sandığı Ersan'ı alıp masalarına oturturlarve büyük bir yanlışa batar Ersan. Artık kendisi de kaptırır bu yalana kendini ve bir anda Feridun gibi davranmaya başlar. Filmin çoğu aslında bu düğün salonunda geçiyor. Büşra Pekin de asi bir kadın olarak Ersan'ın aklını başından alır tabii. Ben büyük bir keyifle izledim. Oyunculuklar bi kere çok iyiydi, espriler dozundaydı. Salondan mutlu ayrıldım, tavsiye ediyorum ben. Şöyle içinizi ısıtacak, yer yer güldürücek tatlı bir film.

     Son vizyon filmimiz ise İkinci Şans. Asmalı Konak'tan sonra Nurgül-Özcan çifti tekrar yan yana! Cemal; 40 yaşında, oldukça başarılı bir restoran sahibi, genç kızlarla vakit geçirmeyi seven bir adamdır. Yasemin de 40 larındadır. Özel bir okulda matematik öğretmenliği yapan Yasemin'in Çiçek adında bir de kızı vardır. Her ikisi de yalnız birer anne ve baba olan Yasemin ve Cemal'in yolları, çocuklarının sayesinde tesadüfü bir şekilde kesişir. Oldukça sert geçen ilk görüşme sonrası birbirlerinin gönlünü alan ikilimiz, farketmeden birbirlerinin çekimlerine kapılır. Ama Cemal'in o büyük, karışık dünyası Yasemin'i korkutur. Eski kocasının kendisini genç bir kız için terkettiği zamanları hatırlayarak bu aşktan kaçar. Filmin çoğu sahnesi çok gereksiz olmakla beraber birkaç sahnesi beni yine salak gibi ağlattı :D Bir kere Nurgül Yeşilçay çok çok çok güzel bi kadın. Yani ağzım açık izledim her sahnede. Genç aşkları izlemeye alışkınız ama böyle orta yaş aşkları da ayrı bir hüzünlü oluyormuş onu farkettim. Tavsiye edebileceğim bir film değil, en azından sinemada izlemek için ama ilerde bir pazar günü kafa dağıtmalık bir film olabilir. Çok kötü değildi. Özellikle favorim Özcan Deniz'in oğlu rolündeki Mahmut. Filme çok ayrı bi hava katmış :)

     Margot at the Wedding, çok sıkıcı bir filmdi allah affetsin. Sırf Nicole Kidman ve aşkım Jack Black için izledim ama kurtarmadı. Margot, oğlu ile birlikte kızkardeşinin ikinci evliliği için yanlarına gider. Burada bir yandan düğüne hazırlanırlar, bir yandan iki kız kardeş yer yer gerilimli anlar yaşarlar. Annelerinden kalma evde geçen olaylar, saçmalar ötesiydi. Ağaca çıkmalar, saçma muhabbetler, aldatmalar, kıskançlıklar vs içim şişti. Sanırım tek eğlendiğim sahne Jack Black'li sahnelerdi. Sonu da oldukça saçmaydı. İzlemeyin sevgili okurlarım.




      Oblivion ile ilgili söyleyecek çok sözü olanlar mutlaka vardır ama benim yok. Beğenmedim, daha doğrusu anlamadım. Kafam çok karıştı, kim haklı, neden öyle, acaba hangisi doğru diye diye çok bulandı beynim. Konusu şöyle; dünya üzerinde savaşlardan sonra kalan hayati kaynakları kurtarmakla görevli Tom Cruise, bir gün devriye gezerken bir kadınla karşılaşır ve Onu alarak yaşadıkları yere getirir. Kadının gelişiyle birlikte bir çok şey su yüzüne çıkar ve aslında neden orda olduklarının farkına varır Tom abimiz. Bu türü sevenlerin yüzünü güldürecek bir film olduğu kesin ama benim arşivimde çok da önemli bir yer edinemedi.




Uğrayıp, kurduğum cümleleri okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Haftaya tekrar görüşmek istiyorum. Yazma aşkımı kaybetmeden tabi! Hepinize şimdiden güzel ve bol filmli bir haftasonu diliyorum. Görüşmek üzere!

4 yorum:

NELER İZLEDİM #41

10:00 merababenseda 5 Comments


Herkese merhaba sevgili okur. Oldukça mahcubum size ve tabii ki güzelim film günlüğüme. Ama öyle filmler izledim, öyle farklı hayatlar tanıdım ki, artık anlatmanın zamanı geldi. Başlıyorum, hazır mısınız?

     Ben aslında böyle filmler izlemezdim ama şu blogu açtıktan sonra, şans vermeyi iyi öğrendim sanırım. Three Kings dev oyuncuları ve oldukça etkileyici bir konuyu barındıran 1999 yapımı bir film. Archie, yani karizmatik oyuncumuz George Clooney ve iki yakın arkadaşı, Amerikan askeri olarak görev yapmaktadırlar. Körfez Savaşı'nın sonunda, ellerine bir harita geçer. Bu haritaya göre, Irak'ta, çöldeki bir mağarada yüklü miktarda altın vardır. Askerlik yapmaktan bıkmış bu üç adam, düşerler yollara. Tabi Irak askerleri onlara rahat vermezler. Yakalanıp işkence görmelerine rağmen, kaçarak altınlara ulaşırlar ama bu sefer de, yardım etmeleri gereken yerel halk vardır. Aksiyon dolu ama yer yer hüzünlendiren sahnelere de sahip bu film, benden geçer not aldı. Mark Whalberg gerçeğini de göz ardı etmeden, listenize ekleyebilirsiniz. Kaliteli bir yapım. Bu arada; film Irak'ta yasaklanmış durumda.

     The Time Traveler's Wife, ben lise sondayken vizyona girmişti. O zamanlar bi yerde trailer ını izleyip çok meraklanmıştım. Ama ineklik yapıcaz ya, sinemaya filan gitmek yok. Öyle kaldı, izlemek şimdiye kısmetmiş. Henry ve Clare, birbirlerine aşık iki insandır. Bir kütüphanede tanıştıklarında, bu Clare için bir ilk olabilir ama Henry, Clare'i zaten tanıyordur! Ay Seda ne diyosun Allah aşkına dediğinizi duyar gibiyim, ama bu zaman yolculuğu yapan bir adamın hikayesi! Henry ve Clare, Clare daha çok küçük bir kızken tanışırlar. İleride bir gün tanışacaklarına söz veren Henry, sözünü tutar. Çiftimiz evlenir. Ama Henry'nin bu yolculukları bazen çok uzun sürmektedir. Hatta adam gidip geldiğinde baya psikolojisi filan bozulup geliyor. Artık neler görüp neler yaşıyo orası süpriz olsun size. Beni yine hayal kırıklığına uğratmayan bir film oldu. Bol aşk, romantizm, arada gözyaşı filan, oldukça izlenesi.

* Rachel McAdams'ın bu üçüncü zaman yolculuğu konulu filmi. Biri, çok tatlış About Time -ki yazısını şuraya bırakıyorum, bir diğeri de birazdan anlatacağım Midnight in Paris!

     Sırada, Clint Easwood'un yönetmenliğini yaptığı 2003 yapımı Mystic River var. Sean Penn, Tim Robbins ve Kevin Bacon'un (bu adamı da ayrı bi seviyorum. Herkesler tanımaz :)) çocukken çok iyi üç arkadaştır. Fakat bir gün, Dave (Tim Robbins), tanımadığı iki adam tarafından arabaya bindirilir ve götürülür. İşte o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Aradan yıllar geçer, hepsi büyür koca koca adamlar olur. Bir gün Jimmy'nin (Sean Penn) in kızı kaybolur. Kasabada büyük bir kaos ortamı yaşanırken, kızın cansız bedeni ormanda bulunur. Peki kim ve neden öldürmüştür bu kızcağızı? Bu süreçte izleyicilere katil kim gerilimi yaşatılıyor. Valla ben öyle kişilerden şüphelendim ki, en sonunda şaştım kaldım, baya farklı bir yerden vurdu çünkü. Konusu belki biraz yavaş akıyor olabilir, arada sıkıldım itiraf ediyorum ama oyunculuklar filan oldukça efsane. Bu da tavsiye ettiklerimden.

     İki sevdiğim oyuncu, oldukça günahkar bir filmde bir araya gelirse! Kate Winslet ve Patrick Wilson'lu dram ve romantizm ağırlıklı Little Children, 2006 yapımı. Sarah, o kadar sıkıcı bir hayat yaşamaktadır ki, tek eğlencesi kızını parka götürdüğünde okuyabildiği kitabı ve yaşlı kankalarıyla beraber yaptıkları kitap günleridir. Yine bir park gününde, yakışıklı bir baba gelir parka. Oğluyla ilginen baba, diğer annelerin dikkatini çeker ve Sarah ile iddiaya girerler. Bakalım adamla konuşup muhabbet edebilecek midir? Hatta sanırım sarılması mı lazımdı orayı tam hatırlayamadım. Neyse işte, bunlar orda birbirlerine abayı yakarlar. Çocuklarıyla beraber her gün havuza gidip orda da iyice kaynaşırlar derken, olanlar olur, afişten de anlaşılacağı üzre :D Kadının kocası şerefsizin teki bi kere, kadın ne yapsın ama Dave'in karısı hakkında kötü düşünemiyorum. Bence aldatılmayı haketmedi :( İyi kurgulanmış, sıkmayan bir film. Üzerine düşündürücü. En sondaki kararı ben takdir ettim açıkçası, izlediyseniz sizin de fikrinizi merak ediyorum. Bu arada film, romandan uyarlama. Okumak isterdim, keyifli bir serüven olurdu.

     Geldik yazının yıldızı Midnight in Paris'e. Ahh bu büyülü Paris görsellerini sinemada izlemeyi öyle çok isterdim ki... Her neyse, yönetmenliğini Woody Allen'in yaptığı film 2011 yapımı. Gil, bir yazardır. Nişanlısı Inez ve kızın ailesiyle birlikte Paris'e tatile gelirler. Ailenin yalnızca alışveriş odaklı bir tatil yapışı, kendisine yeni ufuklar açmak isteyen Gil'i oldukça sıkar. Bir akşam yemekten sonra tek başına biraz yürümek istediğini söyler. Dolaşa dolaşa yürürken, eskilerden kalma bir arabanın kapısı açılır ve Gil'i içeriye davet ederler. Partiye gittiği zaman, nostaljik konseptli bir parti olduğunu düşünen Gil, yanıldığını anlar. Çünkü kendisi 1920'de bir Paris gecesindedir artık. Bir yanında Fitzgerald'lar, diğer yanında Hemingway, bikaç gün sonra Salvador Dali filan da girer işin içine. Delirmemek mümkün değil tabi ama, her geceyi sabırsızlıkla bekleyen Gil, bir de üstüne aşık olur. Yazarlığına deli dehşet ufuklar açacağı kesin olan 1920 geceleri, enfes görsellerle birleşmiş, harika bir seyirlik. Owen Wilson severler kaçırmasın. Bu adamın konuşmasına da ayrı bayılıyorum. Ah bir de, Rachel McAdams, bu zaman yolculuğunda Gil'in nişanlısı olarak karşımızda!

Fakat bu sefer iyi filmler izlemişim, siz ne düşünüyorsunuz? Yorumlarınızı benimle paylaşmayı unutmayın ve sırada hangi filmler var merak ederseniz, sağ taraftaki Neler İzledim başlıklı renkli afişli kısma bakmayı unutmayın. Görüşmek üzere!

5 yorum:

NELER İZLEDİM #40

10:00 merababenseda 6 Comments


Herkese merhaba. Yağmurlu günlerden sonra güneşi gördüğümüz ama yine de üşüdüğümüz ( yorganlar çıktı mı :D ) bir haftaya başladık. Ben de bu güneşli güzel günde hazır izinliyken sizlere bir beşlik yazmak istedim. Sonrasında da güzel bir ya da iki filmle kendimi ödüllendiricem. Yine çok heyecan verici filmler var yazımızda. Buyrunuz başlayalım.

yargıç
     Acaba sıkılır mıyım diye çekinerek izlemeye başladığım ama beni yerime çivileyen nefis bir filmdi The Judge. Babası bir kasabada yargıç olan Hank'in kendisi de Chicago'da çok başarılı bir avukattır. Karısının kendisini aldattığını öğrendiği sırada, annesinin ölüm haberini alır ve böylece uzun süredir ayrı kaldığı kasabasına geri döner. Babası aktif olarak yargıçlık yapsa da artık yaşlanmıştır ve baba oğul arasında bitmeyen bir gerilim vardır. Bir gün, babalarının arabasında bir gariplik farkederler. Sanki kaza yapmış gibi ezikler vardır. Neyse heralde önemli bi şey değildir derkeeen, polisler kapıya dayanır. Babaları, bir trafik kazası yapmış ve bir adamı öldürmüştür. Acaba yaşlılıktan mı, sarhoş muydu, yoksa bilerek! mi yaptığını çözmeye çalışırlar. Hank, bu davada babasının avukatlığını yapmak ister ama baba karşı çıkar. Salaklıkta master yapmış başka bir avukat tutar ama Hank kendisini tutamaz hep etraflarındadır. Şüpheli bir trafik kazası yani. Sizde bolca acaba diyeceksiniz. Filmi kesinlikle öneriyorum. Robert Downey Jr. ve Robert Duvall gibi oyunculardan böylesine kaliteli bir senaryoyu izlemeyi kaçırmamalısınız. Aile bağları ile ilgili de, arada göz yaşartabilir aklınızda olsun.

Roald Dahl's Esio Trot
        Dustin Hoffman'ı ve gerçek aşkın üzerine kurulu naif filmleri sevenlerin bayılacağı bir film var sırada; Esio Trot. 2015 yapımı bu seyirlik, aslında bir televizyon filmi, vizyonda gösterilmemiş yani. Ben de severim valla tv filmlerini, arada kafa dağıtmalık güzel oluyo, bi de renkleri bana hep daha canlı gelmiştir nedense. Baya gevezelik ettim ya, filme geçiyorum. Bay Hoppy, yaşlı ve yalnız bir adamdır. Bir gün apartmanın asansöründe Bayan Silver ile karşılaşırlar. O da ne, Bay Hoppy deliler gibi aşık olmuştur. Bir türlü duygularını da ifade edemez. Bu sırada Bayan Silver (O da yalnız bir bayan :) ) kendisine arkadaş olsun diye bir kaplumbağa alır. Tek derdi kaplumbağasının yiyip içip kilo almasıdır. Ama bir türlü kilo almayınca, Bay Hoppy Bayan Silver'a büyü gibi bir şey yazar verir. Her gün bunu kaplumbağasına okursa hayvancağız büyücek der :D Sonra kadını mutlu etmek için şehirdeki tüm kaplumbağaları satın alır ve belirli aralıklarla kaplumbağaları değiştirir! Böylece kaplumbağasının kilo aldığını gören Bayan Silver mutlu olacaktır. Yani kısacası, aşkını itiraf etmektense, O'nu kendisine aşık etmeye çalışır. Çok sakin, temiz görüntülü bir film. İzlenesi.

Atesli geceler
     Yönetmenini çok ayrı sevdiğim bir film Boogie Nights. Sanırım Paul Van Anderson ismine aldandım ama şahaneydi gerçekten. Konumuza gelelim; Eddie oldukça genç ve yakışıklı birisidir. Bir gece kulübünün mutfağında çalışırken, ünlü bir porno yönetmeni tarafından keşfedilir. Adam bakar genç, yakışıklı, sağlıklı bir adam bu Eddie. Hemen iş teklif eder. Kendi evinde ağırlar. Performansını görmek için oyuncularından biriyle beraber olmasını filan ister. İşler tabi iyice çığrından çıkıyo ama sinematografik görüntüler tabi. İlk filminde yönetmenin karısıyla beraber oluyo, öyle ilginç ilişkiler. Derken bizim Eddie (yeni adı Dirk Diggler) çok meşhur olur. Çılgın paralar kazanır. Ve istemeden de olsa madde bağımlısı olur. Tabii bu da çöküşünü getirir. Yönetmenin o babacan tavırları değişir ve artık filmlerinde Eddie'ye yer vermez. Kendini yeniden kabul ettirebilme çabalarıyla beraber filmin akışı ilerliyor. Kaliteli bir yapım, mutlaka tavsiye ettiklerimden. Julianne Moore bonus :)

Falling Down
     Çok değişik bir film var sırada. İsmi Falling Down ve başrollerde Michael Douglas ile The Judge'dan sonra tekrar karşıma çıkan Robert Duvall var. 1993 yapımı olan film eski evet ancak görüntüler ekstra eski. Yani böyle sarı bir görüntü hakim. İçiniz biraz boğulabilir ancak konuyu aktarırken atmosfere çok uygun olduğu kesin. Film, sisteme karşı gelen bir adamın, babanın hikayesi. İşinden çıkıp çılgın bir trafiğin içine girer. Ne oluyorsa orda oluyor ve adam arabasını trafikte bırakıp şehre karışıyor. Artık bu sisteme karşı koymalıydı. Dolaşırken kendisinden zorla para almaya çalışan serserilere haddini bildirir. Hamburger yemek için gittiği restoranda istediği ürünün saati bittiği için alamayacağını duyunca silahıyla zor kullanır. Şehirde böyle fırtınalar eserken, emekli olacağı gün bu adamla uğraşmak zorunda kalan Robert Duvall'dan da şahane bir performans izliyoruz. Michael Dougleas'ın saçları beni her ne kadar sinir etse de başarılı bir film olduğu kesin :)

Watchmen
     Eminim çok güzel bir kurgusu vardır, bi şeyler anlatıyodur. Ancak ben filme hiç giremedim, bu sebeple de anlayamadım. Kişiler arası bağlantıları kuramadım, isimleri takip edemedim, yaptıklarını niçin yaptıklarını anlamadım. O sebeple büyük ses getiren Watchmen, benim için bi anlam ifade etmedi. Siz seversiniz ama, çünkü benim okuyucum zeki :)







Umarım yine çok konuşup sizi sıkmamışımdır. Anlatabileceğim en minimal şekilde anlatmaya çalışıyorum. Yorumlarınızı benden esirgemeyin lütfen. Sırada neler olduğunu görmek için yan taraftaki Neler İzledim kısmına göz atmayı unutmayın. Görüşmek üzere!


6 yorum:

NELER İZLEDİM #39

10:00 merababenseda 7 Comments


Merhaba herkese. Hazır bayram tatilini bulmuşken peş peşe post yapmamak olmazdı. Filmlerim de çok birikti malum, listenin bayağı altında kaldım. Yine iç açan nefis filmlerle burdayım. Hemen başlayalım mı, ne dersiniz?

serseri mayınlar
     Bir Ferzan Özpetek filmi olan 2010 yapımı Mine Vaganti ile açılışı yapalım. İtalya'da makarna üretimi yapan köklü bir aileye konuk oluyoruz. Ailenin oğullarından biri, eşcinsel olduğunu ve bunu herkese açıklayıp hiç de sevmediği makarna işlerinden elini çekmek istediğini abisine anlatır. Bu, kendisini biraz da olsa rahatlatır, ancak tüm ailenin sofrada olduğu sırada tam açıklama yapacakken, birisi yoluna taş koyar! Hem de çok fena valla. Bunun üzerine hastanelik olan babasına daha fazla kıyamaz ama gün geçtikçe içi içini yer. Bu sırada fabrika işleri için güzeller güzeli bir kadınla tanışır. Duygularında dalgalanmalar yaşansa da, bir anda çıkıp gelen erkek arkadaşı yine O'nu düşündürür. Aslında Tommaso'nun yapmak istediği şey çok basitti. Kararını herkese açıklayıp, Roma'da edebiyatla iç içe bir hayat yaşamak. Ama etrafındakiler, abisi, babası ve daha bir çok insan için hayatını erteleyecektir.

SEVDİKLERİM
* Alba rolündeki oyuncunun saçına, yüzüne, oyunculuğuna bayıldım. Valla cesaretim olsa tekrar gidip o kısalıkta kestirirdim saçlarımı :)
* Baba rolü de tam bir babaydı yani. Şahane oyunculuklar var filmde.
* Ve sanırım filme dair en sevdiğim şey; son sahne. Hem düğünün hem cenazenin bir araya geçişi çok başarılı olmuş. Ve bingo! Sezen Aksu'dan harika bir şarkı. Kutlama isimli şarkıyı daha önce hiç duymamıştım. Her gün birkaç doz dinliyorum. En önemlisi de, bu şarkıyı kullanmak istediğim çok önemli bir gün var :) Filmde çalan şarkılar genel olarak güzeldi.

zamanda aşk
     Şu afişi görmeyen yoktur herhalde :) Her yerde karşıma çıktı en sonunda dayanamadım izledim. İyi ki izlemişim dedirtenlerden ama, durun bakın okuyun. Tim'in çocukluğundan başlıyor film. Annesi, babası ve kız kardeşiyle çok da normal olmayan bir ailedir. Bir gün babası, kendisine, ailelerindeki erkeklerin sıradışı bir özelliği olduğunu söyler. Zamanda yolculuk yapabilmektedirler! Bunu öğrendikten sonra hak verirsiniz ki hayatı eskisi gibi olmayacaktır. Güzeller güzeli Mary'e aşık olduktan sonra, bu özelliğini sıkça kullanır. Yaa o değil de, ne kadar güzel bi aşk yaşadılar. İzlerken mutluluklarına ağladım :D Çok ciddiyim, çok hoşuma gitti. Benim sulugözlülüğümü bi kenara bırakalım, filme devam edelim. Bu zamanda yolculuk olayı iyi hoş ama kendi içerisinde bazı kuralları da var. Özellikle Mary'nin hamile kalışı bu kuralları etkilemekte. Yani bazı sahnelerde oldukça şaşırıp 'niye gittin şimdi sen taa o kadar geriye' diye düşünebilirsiniz. Ben filmi sırf aşk üzerine kurulu bir film diye düşünüyordum ama beni ters köşe yaptı. Aile çok daha ön planda. Mutlaka izleyin.

hayatımın şansı
     Intouchables filmiyle gönüllere taht kuran Omar Sy'dan, Fransız yapımı bir komedi/dram filmi. Senegal'den 10 yıl önce Fransa'ya kaçak olarak gelen Samba, hala çalışma izni alamamıştır. Üç kuruş para için, bulduğu her işte çalışmaktadır. Amcasıyla beraber yaşayan Samba'nın başı bir gün belaya girer. E bela belayı çeker, çalışma izni olmadığı için sınırdışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bu sırada göçmenlik bürosunda çalışan Alice ile tanışırlar. Alice, Samba'ya nasıl bir yol izleyeceği konusunda yardımcı olacaktır. Alice de garibim zaten kendi dertleri yetmiyomuş gibi bi de başına Samba çıkar. Psikolojik sorunlarının yanında bir de uyku problemi çeken Alice, karşı konulamaz biçimde Samba'ya ilgi duymaktadır. Yer yer güldüren filmde, dram ögeleri de ağır basmakta. Ben yani özellikle son sahnelerde bayağı hüzünlendim. Herkes sevmeyebilir biraz ağır akıyor film ama kaliteli olduğunu çok net söyleyebilirim.

ince kırmızı hat
     Şimdi size İkinci Dünya Savaşı'nın tam ortasına götürüyorum. 1998 yapımı, içerisinde şahane oyuncuların olduğu tam bir savaş filmi The Thin Red Line. Japonya'ya karşı savaşan Amerikan ordusu, Pasifik Adaları'nda bulunmaktadır. Bu filmde olay, tarih dersi vermek değil onu baştan söylemeliyim. Filmde askerlerin psikolojik dirençlerini izliyoruz. Hiç durmadan, gözlerini dahi kırpmadan savaşırken; arkada bıraktıklarını, kendi aralarında yaşadıklarını, bazılarının korkularına tanık oluyoruz. Filmin süresi 2 saat 50 dakika, kimilerine uzun gelebilir ama film tam bir sanat şöleni. Film izlemeyi gerçekten sevenler kaçırmasın. Sorgulanması gereken, ders alınması gereken bir çok hikaye mevcut. Aynı adlı romandan uyarlama olan film, bir çok kişi tarafından Er Ryan'ı Kurtarmak ile karşılaştırılsa da, kimileri tarafından ona bir cevap olduğu da söylenmekte. Ben Er Ryan'ı henüz izlemedim. Yorumu size bırakıyorum.

     Saygılar.











Sizlere öneri sunmak, tavsiye vermek o kadar hoşuma gidiyor ki, film izlerken hep not alıyorum :) Uğradığınız için teşekkür ederim. Yorumlarınızı bekliyorum. Sadece filmle ilgili olmasına gerek yok, ses de verseniz güzel oluyor :) Başka bir beşlikte görüşmek üzere. Sendromsuz pazartesilere...

7 yorum:

NELER İZLEDİM #38

10:00 merababenseda 0 Comments


İyi bayramlar sevgili okur. Bugün yine çok tatlı filmlerle karşınızdayım. Arka fonda Radio Paradise açık, kafamda yazının kurgusunu oluşturdum, uzatmadan hemen başlamak istiyorum. 9 günlük tatil yapabilen şanslılardansanız, belki izlenecek birkaç film seçersiniz, ne dersiniz? 

     Tabii ki yine baya meşhur bir filmi yıllar sonra izledim ama olsun. 2014 yapımı, aynı adlı romandan uyarlama, heyecan dolu bir filmdi The Maze Runner. Bilmeyen yoktur bence bu filmi ama yine de şöyle bir anlatayım. Thomas, bir gün yukarı doğru hareket eden bir kafesin içinde uyanır. Ama uyandığı yer toplumdan izole gençlerin yaşadığı bir yerdir. Hepsi aynı şekilde oraya bırakılmış ama hiç birisi nedenini bilmemekte. Ve de hepsi sadece ismini hatırlamaktadır. Her ay yeni bir erkek çocuğun katıldığı bu topluluk, kendilerine sıfırdan bir yaşam alanı kurmuş ve iş bölümü yaparak yaşamaya çalışmaktadırlar. Şöyle bir ilginçlik vardır ki; bulundukları yerin etrafında gün doğumunda açılıp akşamları ise kapanan bir labirent bulunmaktadır. Koşucu olarak yetişen çocuklar her gün orada keşfe çıkarak bir kaçış yolu aramaktadırlar. Aralarına yeni katılan Thomas, bu hüküm süren kabullenişe karşı çıkar ve oldukça cesur davranarak koşucu olur. Bakalım bu sefer O, bir kaçış yolu bulup, buraya hapsedilmelerinin nedenini bulabilecek midir?

     Şimdi herkesin çok da ilgisini çekmeyen bir film anlatacağım. 20 Feet From Stardom, 2013 yapımı müzik ağırlıklı bir film. Ama her zaman izlediğimiz gibi ünlü insanlar yok bu sefer müziğin odak noktasında. Tam tersine geri vokallerin hayatlarını anlatan pek keyifli bir seyirlik. Mick Jagger'dan Sting'e, Bruce Springsteen'den Stevie Wonder'a kadar şahane müzik adamlarına geri vokal yapmış billur sesli kadınların bu süreçte yaşadıklarını çok cesurca paylaştığı bir film olmuş. Her biri mükemmel sesleriyle geri vokal olarak keşfedilip, sonrasında bir klişe olarak yola tek başlarına devam ederler. Ancak bazen bazı şeyler istedikleri gibi gitmez. Belki de olmaları gereken yer, sahnenin arka planıdır. Film boyunca harika şarkılar dinleyeceğinize emin olabilirsiniz. Ve o şahane seslere hayran kalacaksınız. Şimdi size Lisa Fisher'ın bir şarkısını bırakıyorum, 3:07 deki çıkışı daha önce hiç bir şarkıcıda görmedim sanırım. Şuradan izleyebilirsiniz . Tabii ki baştan sona da dinlemeyi unutmayın :)

     Yaa şimdi çok ama çok tatlı bir filmle tanıştıracağım sizi. 2014 yapımı İsveç yapımı Force Majeure, ülkemizde Turist ismiyle bizlerle buluştu. Fransız Alplerine tatile giden 4 kişilik çekirdek bir ailenin yaşadıklarına tanık oluyoruz. Oldukça sakin ve güzel ilerler tatilleri. Bir gün teras gibi bir yerde yemek yerken, karşılarından kendilerine doğru gelen bir çığ görürler. Terastaki herkesle birlikte paniğe kapılıp, ne yapacaklarına karar veremezlerken, çığ yaklaşır. İşte tam o sırada ailenin babası, çocuklarını ve eşini arkasında bırakarak bir anlık korkuyla kaçar. Ortalık sakinleştiğinde kocasının kaçtığını fark eden kadın, pek belli etmese de şok olur. Daha sonra tatil boyunca aralarında bitmeyen bir gerilim başlar. Evin reisi; en zor anımızda bizi nasıl bırakıp gider! En sonda da bu çocukların başına gelmeyen kalmadı dedim artık. Ne çektiler bi görseniz :)Mutlaka izlemeniz gereken çok kaliteli ve değişik bir film. Şiddetli tavsiye.

     Adam Sandler'ın gençlik komedilerini sevenleri buraya alabilirim. 1998 yapımı The Wedding Singer, Sandler'ın, başrolü güzeller güzeli Drew Barrymore ile paylaştığı sakin bir romantik komedi. Düğünlerde şarkıcılık yapan Robbie, bir düğünde garsonluk yapan Julie ile tanışır. Birbirlerinden güzel elektrik alırlar ancak arkadaşçadır. Çünkü Robbie yakın zamanda evlenecektir. Ancak düğün günü gelin tarafından terkedilir :( Bu zor zamanlarında kendisine destek olanlardan biri de Julie'dir. Bu süreçte evlenmeye karar veren Julie, büyük bir çıkmazın içine girer. Nişanlısından çok da emin olamaz ve Robie'nin sıcacık kalbinden çok etkilenir. Sonunu tahmin etmek tabii ki çok da zor değil ama keyifli bir pazar filmi olabilir. Robie'nin yıkım zamanlarında söylediği şarkılara ve performansına hayran kalıcaksınız :)

     Benim için yeri her zaman ayrı olacak (kalpler) 2015 yapımı Equals, yazımın son filmi. Gelecekte var olan distopya izliyoruz. Tüm duyguların yasak olduğu, sosyalleşmeden söz edilemeyen, insnaların evinden işine evinden işine gittiği ve her birinin yalnız yaşadığı bir distopya bu. Hatta ve hatta hissizleşmeleri için zorla ilaç almak durumundalar. İlacı almayı gizlice reddeden insanlar, bir grup oluşturup bunu sürekli konuşmaktadırlar. Bu sırada Nia ve Silas, nasıl olduysa birbirlerinin çekimine kapılırlar. Bunca yasağa rağmen aşk gibi oldukça güçlü bir duyguyu hissetmeye başlarlar. Beraber olabilmek ve zorla verilen ilaçları almamak için büyük çaba sarfederler. Destek aldıkları grubun yardımlarıyla kaçmaya karar verirler ancak büyük bir yanlış anlaşılma, çiftimizi bambaşka bir sonuca sürükler. Konu güzeldi aslında, hafif bir Perfect Sense etkisi hissedilebilir, duygular yüzünden. Ancak çok daha başarılı işlenebilirdi sanki. Başroldeki Kristen Stewart, duygusuz bir karakter için seçilebilecek en iyi oyuncuydu sanırım :)

Tekrar iyi bayramlar sevgili okur. Uğrayıp okuyan, yorum bırakan, güvenip önerdiğim filmleri izleyen hepinizi seviyorum. Çok daha güzel filmlerle görüşmek üzere!

0 yorum:

NELER İZLEDİM #37

10:00 merababenseda 6 Comments


Herkese merhaba! Tabi eğer buraya uğramayı unutmadıysanız. Biliyorum, yazma konusunda çok verimli değilim ama günde en az 2-3 kere " Hadi Seda bi yazı yaz " diye mutlaka aklımdan geçiyor. Gerçi kimse okumasa da, ben seviyorum burayı, benim tatlı film günlüğüm :) Sizi daha fazla bekletmeden filmlere geçiyorum, buyrunuz.

     Unfaithful'u izlemeyen bir ben kalmışım, tamamlamak istedim. 2002 yapımı, ülkemizde Sadakatsiz ismiyle gösterime giren Unfaithful, dillere destan bir hikaye. Oldukça sakin bir aile hayatları olan Connie ve Edward Sumner çifti, tatlı mı tatlı oğullarıyla beraber yaşamaktadırlar. Her şey dışarıdan keyifli görünse de, anne Connie zaman zaman kendisini yalnız hisseder. Çünkü kocası bir işkolik! Kusura bakma Richard, sana burda biraz kızdım. Her neyse; oldukça güzel ve alımlı bir kadın olan Connie rüzgarlı bir günde taksi çağırdığı sırada bir erkekle tanışır, Paul. Olacak bu ya, talihsiz bir tanışma hikayesi, başlarına daha başka dertler de açacaktır. Ve aldatma hikayemiz burada başlıyor. Paul ile çok tutkulu bir aşk yaşayan Connie'nin gözü, yeri geliyor oğlunu görmüyor, kocasını mı görsün ? Aile, evlilik, sadakati harmanlayan başarılı bir film olmuş. Gerçekten kaliteliydi. Onun dışında Diane Lane su gibi bir kadınmış, hayranlıkla izledim. Bu arada bu rolüyle Oscar'a aday olmuş. Richard Gere ise filmin ilk yarısında çok pasifti. İkinci yarıda adam şaha kalktı inanamadım, neler yaptın sen o tatlış gözlüklerinle Richard oldu mu hiç :D Tatlış gözlüklerine hayran olduğum bir diğer filmi Sabrina' yı şuradan okuyabilirsiniz. Tabi unutmadan Richard Gere ve Diana Lane'nin Unfaithful'un rövanşını alıp çılgın birer aşığı oynadığı Nights in Rodanthe ' yi de şuradan okuyabilirsiniz. 

     Şimdi sırada beni duygudan duyguya sürükleyen 1994 yapımı Natural Born Killers var. Başrollerde Woody Harrelson, Juliette Lewis'in olduğu film, suç ve dram konusunun işlendiği en güzel filmlerden sanırım. Mickey ve Mallory; suçun tam göbeğinde, kafaları sürekli bi dünya gezen iki çılgın aşıktır. Ama gerçekten çılgın aşıklar, böyle bir bağlılık yok! Birbirleri için yapmayacakları şey olmayan çiftin işledikleri cinayetlerin bir nedeni olmamakla beraber, bundan oldukça da keyif almaktadırlar. Yine bir eczane soygununda yakalanır ve medyanın büyük ilgisini çekerler. Halk tarafından da büyük bir merakla takip edilen Mickey ve Mallory, hapishanede ayrı hücrelerde tutulurlar. Bu iki çılgına bunu yapmayacaktınız dostum! Efsane bir ayaklanmayla tekrar kavuşan çiftimiz, kaldıkları yerden devam edecek mi acaba? Filmde öyle sahneler vardı ki çok gerildim. Onun dışında sürekli ama sürekli öpüşen çiftimizin aşkı çok aşırı geldiği için sevemedim. Böyle aşklar görmek istemiyorum :D Ama kesinlikle izlenesi ve yoruma oldukça açık bir film. Ayrıca yönetmen Oliver Stone ve senaristlerden biri Tarantino! 

     Mutlaka afişini gördüğünüz I Origins neden benim blogumda da yer almasındı? Nihayet izledim. 2014 yapımı filmin başrolleri Michael Pitt ve Brit Marling, yönetmeni ve aynı zamanda senaristi ise Mike Cahill. Brit Marling'e bayılıyorum bu arada, harika bir oyuncu. Neyse efendim, filmimiz evrim konusunu kanıtlamak istercesine hızlı bir giriş yapıyor. Genç bilim adamı Ian, yardımcısı Karen ile gece gündüz çalışmaktadır. Bu sürede tatlı bir aşka da tutulan Ian, insan gözünün evrim sürecini araştırdığı için, sürekli farklı insanların gözlerini de çekmektedir. Her insanın kendine özgü gözleri ve dolayısıyla kendi evreni olduğunu kanıtlamak uğruna çıktığı bu yolda, fikirlerini etkileyen çok yıkıcı bir olay yaşar. 7 yıllık bir sürenin sonunda gözlerin veritabanını oluştururlar, kendi oğlunun gözü ile yıllar önce yaşamış bir adamın verileri örtüşünce, araması gereken başka bir gözün peşine düşer. Düşündürücü ve başarılı bir filmdi. Şiddetle öneriyorum.

     2010 yapımı, orijinal adı Going the Distance olan, ama dilimize Seni Uzaktan Sevmek gibi oldukça arabesk bir şekilde geçen film, bu yazımızın romantik komedisi olsun biraz renk katsın. Erin ve Garrett güzel bir ilişki içindeyken Erin stajını tamamlayarak San Fransisco'ya dönmek zorunda kalır. Aslında iş yerinde kalmayı çok fazla istese de, mendebur patronu kızı oyalar. Erin de bir umut belki iş bulur geri dönerim diye düşünür. Bu süreçte ikilimiz için uzak ilişkinin başlangıcı yapılır. Başlarda çok iyi gider aslında, uzun uçak yolculukları aşklarına engel olmaz, fırsat buldukça görüşürler. Ama meşakkatli bir olay olan uzak ilişki, onları da temelinden sarsmaya başlar. Zaman geçtikçe birbirleri için yaptıkları fedakarlıklar bile kavgaya neden olur. Yer yer güldüren bir film -ki ben Drew Barrymore'u çok severim. Film çok bizden ya, sevdim. Tatlı bir pazar sabahı filmi. Sevgilinizle izleyin, sonra romantik komedide ağlarsanız karışmam :D

     Yıllardır izlemeyi sürekli ertelediğim Rust and Bone' u nihayet izledim. İyi ki izlemişim! Filme neden bu kadar heveslendiğimi hatırlamıyorum ama afişini her gördüğümde izlemeliyim diyordum. Konusunu da okumamıştım ayrıca, niye öyle yaptıysam artık :D Konusuna geçelim. Stephanie bir balina eğitmenidir. Gösteriler yapar. Alain ise hayatta dikiş tutturamamış, oğluyla beraber ablasının yanına sığınan bir adamdır. Bir gece kulübünde yolları kesişen çiftimizin bir sonraki buluşması, Stephanie'nin yaşadığı kazadan sonra olur. O feci kazada, balinaların saldırısı sonucu bacaklarını kaybeder Stephanie. Hayata kendini kapattığı sırada Alain onunla zaman geçirir. Yüzmesine yardım eder, para kazanmak için yaptığı dövüşlere onu da getirir, hatta mutlu etmek için seks bile yapar. Bu sıradışı çiftin ilişkisi Alain'in vurdumduymazlığı ile zaman zaman sarsılsa da, aşk işte! Ayrıca filmin sonlarında oğlu ile yaşadığı o talihsizlik beni öyle çok etkiledi ki yastıkları yumrukladım :( Kuru bir aşk filmi değil, her duyguyu yaşatan kaliteli bir film. Zaten Marion Cotillard gerçeğini kimse görmezden gelemez. Kadın rolü yaşadı resmen. Bu arada film Fransızca orjinal dilinde çekilmiş. Yönetmeni Jacques Audiard'ın başarılı başka bir aşk-gerilim filmini de şurada anlatmıştım. Okumak isterseniz link bıraktım.

Yine baya konuştuğum bir yazı oldu, mazur görün. Aralarında izledikleriniz var mı ya da izlemeyi düşündürdüğüm var mı, yorumlarınızı paylaşırsanız çok mutlu olurum. Sıradaki filmleri sağ üstteki renkli afişli kısımdan takip edebilirsiniz. Yok ben seni bekleyemem derseniz üzerlerine tıklayıp inceleyebilirsiniz. Burada olduğunuz için çok teşekkürler. Görüşelim tekrar.

6 yorum: